DOLAR

35,5594$% 0.16

EURO

36,5618% -0.36

STERLİN

43,2938£% -0.53

GRAM ALTIN

3.080,73%-0,39

ONS

2.700,74%-0,53

BİST100

9.977,94%1,13

BİTCOİN

3709421฿%1.15628

a

TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASI-III

TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASI-III
1

BEĞENDİM

Yazı serimizin önceki sayılarında, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması sürecinin iyice anlaşılabilmesi için neosufizm ve cemaat yapılarının oluşumuna dair tarihsel süreçten bahsedilmişti. Bu konuyu irdelerken de sufizm ve tarikat olgusunun, nesufizm ve cemaat olgusuna “nesh” edildiği yönündeki kanaatimizi ifade etmek gereğini duymuştuk.

Konuyla ilgili özgün bazı kavramlar:

Konumuzla ilgisi bakımından, öncelikle “nesh” etmek fiiline epistemolojik olarak yaklaşarak bir açıklık getirmek zorunda olduğumuz ortadadır. Neosufist akım adını verdiğimiz bu tarihsel olay ile ilgili en yerinde tabir “nesh” etmek tabiridir. Tekrar hatırlayacak olursak, “Nesh” etmek Arapça’da öncekinin hükmünü ortadan kaldırmak onu geçersiz kılmak onun yerine yine onun “koordinatlarını/geometrik konumunu” kullanarak yenisini koymak demektir. Tenasüh kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Maalesef bir çok kaynakta bu kelime “ruh göçü/transmigration” kelimeleriyle ile yanlış olarak aynı anlamda kullanılır ki ilgisi olmadığı gibi, bu konuda israrın nedeninin cehaletten öte kasıt olduğunu dahi düşünmek mümkündür. Bu kelime “temessüh/metamorphosis” den de farklıdır (temessüh kelimesi Arapça “mesh” etmekten kökünden gelmekte olup şekil değiştirmeyi ifade eder-Davud Peygamber prototipinde mesh edilmiş kral olarak bu kavram karşımıza çıkar ki, kendisinden Kur’an ve tasavvuf mesleğinde “ulu-l ebsar”dan olarak söz edilir). Dikkat edilirse, tenasüh olgusu nitelik ve kişilik olarak bir yapının ya da düşüncenin hükmünün tamamen ortadan kaldırılarak onun yerine, farklı bir görevi ya da anlamı taşıyacak şekilde gerçekleştirilen “ikame/yerine koyma” hareketidir. Ancak tasavvuf sistemi içerisinde, mistisizimin etkisinde kalmış kimi marjinal gruplar benimsedikleri ”metempsycosis/ruh göçü” düşüncesini “tenasüh” ile aynı anlamda kullanmışlardır. Ancak bu düşünce tarzının Türk Tasavvuf sisteminin özünü teşkil etmediğini de belirtmek durumundayız.

Bununla birlikte hulul (Arapça girmek anlamında) denilen bir diğer “inancı” benimseyen yine mistisizm sarmalına kapılan kimi tasavvuf mesleği mensubu da Tanrıyı maddeye girmek şeklinde onu maddedeki indirgenmiş haliyle “vehmetmek” yoluna girmişlerdir ki bu da panteizmin bir tür hayalci yorumu olarak kabul edilebilir. Öte yandan “panteizm ve panenteizm” kavramları da çoğu kez birbiriyle karıştırılmış, özellikle panteizm/vahdet-i vücut düşüncesi, Anadolu’daki kimi sufiler tarafından kabul edilmiş, özellikle Muhyiddin Arabi ve onun ardılı olan XIII.YY’da yaşamış Konya’da medfun Sadreddin Konevi ve ona uyanlarca benimsenmiştir. Böylece, tasavvuf mesleğine girmiş çağdaşı bazı sufiler arasında kendisine önemli bir yer de edinebilmiştir. Kimi “panenteist” gruplar ise “fena” olma düşüncesini Tanrı ile “ittihad” olarak algılamış, bir yandan “devriyye” düşüncesine sıkı sıkıya bağlanmış bunu ruh göçü ile de ilintilendirmiş hatta aynı telakki etmiş ve ölümsüzlük arayışına maddesel düzeyde bir cevap bulma gayreti içerisinde olmuşlardır. Ancak dünden bugüne, ölümden sonraki bedenle mukayyed tözsel (niteliksel) değişimin bilincin devamlılığı ile ilişkisi çözümü konusu, tasavvufu mistisizm olarak algılayan kimi gruplar tarafından “evren ile bütünleşik” olma duygusunu yaratan kimi halusinojen maddelerin kullanımıyla da sağlanmaya çalışılmış, aşkın/transandantal ve fütursuz kimi davranışlar sergileyen çok sayıda “meczub” yaratılmıştır. Böylece “deus absconditus”u ararken gördüğü hayallerle “mysterium tremendous” u buldum zanneden bu heyecan ile “vehimlerinin cazibe”sine kapılan kendisine şeyh diyen bir çok meczub arkalarından kitleleri de sürüklemeyi başarmışlardır. Maalesef bu gruplar özellikle Hinduizm, Manihaizm vb etkisinde kalan Hind alt kıtasına özgü mistik anlayış kimi sufi gruplarca, Pers Platosu üzerinden Anadolu’ya da taşınmakla kalmamış, Pers platosundaki bu grupların bir kısmı, özellikle Mazenderan civarında, kimileri de Ortaçağ Anadolu’sundaki tasavvuf mesleğini mistisizm olarak algılayanlar ile kimi “tekke”lerde* nüvelenmiştir. Bu durum özellikle XVIII.YY’da, bölgede toplum üzerinde yıkıcı etkisini önemli ölçüde artırmış, Vehhâbilik üzerinden neosufizmin ve cemaat yapılarının banisi olacak Britanya Krallığı’nın da ciddi olarak ilgi alanına girmiştir. İşte “deist ve senkretik” bu Hind ve Pers kökenli mistisizm baskısındaki sözde tasavvuf anlayışı XVIII.YY’da Arap Vehhabiliğ ile senkretik bir yapı kurgulayarak tasavvuf görünümlü sufizmin temel ilkelerinden uzak neosufist cemaat yapılarını yaratmıştır. Bu durum daha sonra, tasavvuf terminolojisinde çok önemli olan “temkin” den uzaklaşmış “sermest” ve ”serhoş”, gerçeklikten kopmuş, toplumsal ve bilimsel üretkenliğini yitirmiş, kadını hor gören, dünyayı boş vermiş şiddete eğilimli bir kitlenin doğmasına neden olumuştur.

Buraya kadar özetlemeye çalıştıklarımızdan anlaşılacağı üzere Meşai felsefesinin tekamülünden oluştuğunu düşündüğümüz XII.YY’daki İşraki düşüncesinin, tasavvufta temkin kavramını oluşturduğuna dikkat çekmek isteriz. Temkin kavramını hal ve oluş halinde yaşayan Mevlana, Hace Bektaş Veli ve Yunus Emre gibi kimi sufilerin, onu önceki yüzyıllardan tevarüs eden ilk sufilerde görmeye alışık olduğumuz “zühd” kavramıyla sentezleyerek, takiyyeden uzak, “Kalenderâne” bir samimiyet ile birlikte, derin bir insan ve doğa sevgisi olarak işlediklerini, böylelikle kadim kökenleri Davud peygamberden beri gelen yüzlerce yıllık geçmişe dayanan temessüh ile özel bir anlam kazandığını bildiğimiz “sufiliğin”, Anadolu coğrafyasında mistisizmden apayrı “aşk ve tefekküre dayalı insan olma san’atı” şekline dönüşerek tekamül ettiğini söylemek durumundayız. Bu süreç, İskenderiye okulundan-Horasan okuluna doğru, özellikle Burhaneddin Muhâkkîki Tırmizi, Mevlana Celaleddin Rumi ve Şemsi Tebrizî ile başlayan “aktab-ı seba-yi Mevleviyye” denilen XIII.YY’ın yedi önemli mutasavvıfı ile adeta bir “hatt-ı istiva” üzerinde gelişmiş, böylece esrimelere ve hayallere dayalı vehimlere yer vermeyen, “temkin”li ve olgun bir sufizm tarzı teşekkül etmiştir. Bu anlamda Anadolu’daki tasavvufun içerisinde gelişen derin humanitarianizmin ortaçağ Avrupa’sının dinsel yaşamını da bir çok yönden etkilediği bile söylenebilir. Bunlardan, Raymond Lull, Aziz Francis, Roger Bacon, Paracelsus, Giardano Bruno sadece akla gelen birkaç isimdir.

Ancak XVI.YY ve XVII.YY’larda, İskenderiye okulundan-Horasan okuluna uzanan, Avrupa’yı da tesiri altında bırakan, bu evrensel kadim geleneğin kökenlerinin, Elizabeth I’in danışmanı, ünlü matematik, astronomi ve astroloji düşünürü John Dee adlı kişi tarafından “anglikanize” edilerek değiştirilme gayretlerini de ifade etmek zorundayız. Böylece, kadim kökenlerinden uzaklaştırılmaya çalışılan bu “Anglikanize senkretik mükemmel evrensel dil geliştirme iddiasındaki klasik emperyal anlayış”a karşı olan “Püriten reaksiyon”, daha sonra 1649’daki George I’in idamıyla sonuçlanan Thomas Cromwell’in başını çektiği ve onun acımaz otokrasisiyle sonuçlanan İngiliz monarşisini kısa süre askıya alan Püriten Devrimi’ne giden sürecin düşünsel nedenleri arasında olduğu konusu akılda tutulmalıdır. Bu şekilde sözde parlamentoyu savunan ancak daha sonra onu da askıya alan pragmatik püritenist din anlayışının çağdaşı olduğu bu devirlerde, Osmanlılarda Selefi İslam’ın galebe çalması demek olan daha önce de bahsettiğimiz İslam püritenist düşüncesi olarak niteleyebileceğimiz, bir sonraki yüzyıllarda Vehhabiliğe ilham olacak “Kadızâdeliler” hareketini görmekteyiz. O tarihlerde Britanya Krallığı’nın Osmanlı coğrafyasındaki ticari ve siyasi etkinlikleri tekrar hatırlanırsa, bu konuan karşılıklı sosyopolitik etkileşimin bir sonucu olmadığı kimse tarafından iddia olunamaz. Kanaatimizce, bu konunun, o devrin küresel şartları da göz önüne alınarak dikkatle araştırılmasının zorunluluğu ortadadır. Bu tarz bir reaksiyoner püritenizm, sonraları, XVIII.YY ortalarında oluşan Vehhâbilik ile, “İslamcı Neosufist Cemaat Püritenizmi”ni eksen alarak gelişen ayrılıkçı Arap etnisitesini de körüklemiştir. Görülüyor ki ayrılıkçı Arap hareketinin Osmanlı-Türk düşmanlığı şeklinde tezahür ederek yukarıda temkin bahsinde de değindiğimiz Anadoluya özgü “tarikat görünümlü ve sufizm” ile hiç ilgisi olmayan “Neosufizm-Cemaat” örgütlenmeleriyle karşımıza çıkması elbette durup dururken olmamıştır.

Bu konuyu kısaca özetledikten sonra, neosufizm ve cemaat oluşumlarının kökenine ve düşünsel alt yapısına girerken, Osmanlı Devleti’nde Kadızade hareketinin ne olduğunun somut bir şekilde irdelenmesi zorunludur. Bu sayede Vehhâbi’liğin ortaya çıkışını hazırlayan dinamiklerin geniş bir alana yayılan, Avrupa ülkelerinin, başta Britanya Krallığı’nın özellikle doğu-batı ticaret rotasında stratejik öneme sahip olduğu tartışılmaz Osmanlı Coğrafyasını ilgilendiren sosyokültürel temeli de daha iyi anlaşılacaktır. Bu konular iyi anlaşıldığı takdirde ise Tekâya ve Zevâya Kanunun ne kadar önemli bir Türk Devrimi olduğu iyice idrak edilebilecektir.

Kadızade hareketinin adını aldığı Kadızade Prof.Dr.Abdülbaki Gölpınarlı’nın tesbitlerine göre, Balıkesirli Doğanizade Mustafa adlı kadı’nın oğludur. Birgivi Mehmet’ten (Öl.1573) ders almıştır. Birgivi sonradan şerh edilen ve adına ilginç bir şekilde ”Tarikat-ı Muhammediyye” dediği kitabında Müslümanlığın ilk dönemlerdeki “saf haline dönülmesi” gerektiğini iddiasında olmuştur. Aynı şahsın düşüncelerini bugün de kimi çevrelerin, gerek sosyal medyada gerek yazılı ve görsel medyada, bilip bilmeden dillerine doladıkları şekliyle güya Tekaya ve Zevaya kanununa arka çıkmak amacıyla sahiplendiklerini görmekteyiz. Bu bağlamda, Mevlud okutmak başta olmak üzere, Kandil kutlamalarına ilgili kavramın etimolojisi ve epistemolojisini bilmeden kulaktan dolma fikirlerle, bir iki tarihi olayı örnek göstererek şiddetle muhalefet etmek, ölüye kırk töreni yapmak, ölünün arkasından lokma dökmek ve helva yapmak “bi’dâttır” diye höykürmek, Kur’an-ı Kerim’in makam ile okunması ve dini dahi olsa müzik icrasına şiddetle karşı çıkmak, diğer taraftan mezar ziyareti ve mezarların üzerine türbe yapılmasının günah olduğu iddiasına sıkı sıkıya sarılmak, hatta onları yıkmak gerektiği söylemlerine arka çıkmak vb tam anlamıyla Vehhâbilik düşüncesi ile mücessem hale gelmiş İslam Püritenizm’ne bilerek ya da bilmeyerek desteklemekten öteye gitmemektedir.

Birgivi’nin yolundan giden Kadızade’nin ve onun da takipçisi olan Ustuvâni Mehmed’in (Arabistan’dan İstanbul’a gelen bir cinayet zanlısı olduğu rivayet edilir), bu haliyle tam bir İslam Arap püritenisti/Osmanlı Vehhabi’si denebilecek kadar radikal görüşlere sahip olduğu gayet iyi bilinmektedir. En son bu çizgiden yürüyen, önceki yazımızda bahsettiğimiz Vani Mehmet ise bu akımın çizgisinden aldığı benzer düşünceleri ve daha ilerisini, Osmanlı Ulemasına telkin etmekle kalmamış, bu durumun devletin heterodoks grupları kontrol etmek için kurduğu konformist hale gelen tarikatlere de muhtemel etkisi de kaçınılmaz olmuştur. Özellikle Mevlevi Sema’ının yasaklanması, Melami düşüncesinde olanların hedef alınması, hatta acımasızca işkencelere tabi tutularak katledilmeleri düşündürücüdür. Sonraki dönemlerde, aynı şahıs Mehmet IV’ü etkilemiş, hatta Viyana Kuşatması konusunda padişahı ikna etmiş, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Serdar-ı Ekrem olduğu 1683 II.Viyana Kuşatması esnasında da orduya vaiz olarak atanmıştır. Bu hazin ve hezimet dolu seferin sonucu da herkes tarafından malumdur. Aslında II.Viyana kuşatması sadece bu devrin hazin bir şekilde sonlanması ile değil aynı zaman da Karadeniz’in kuzeyinde de artık göz ardı edilemeyecek, Britanya Krallığı’nın da menfaatlerine uygun işbirliğinden vazgeçmeyen bir Rus yükselişine de neden olmuştur.

Neosufizm ve Cemaat kavramlarına kısa bakış:

Kökenlerine kavramsal ve tarihsel anlamda yukarıda kısaca değindiğimiz bu olguların dayandığı fikri temel erken dönem hariciliği ile yakından ilgilidir. Konuya “www.healthworldnews” sitesinde yazdığımız “Üniversite Kavramı” başlıklı seri yazımızda değinilmiştir. Özetle “İslam Püritenizmi, Tasavvuf ve Sufi motiflerin Neosufizm ve Cemaat şekline “tenâsüh” etmiştir” denilebilir. Bunun iyi anlaşılabilmesi, yukarıda yazımızın girişinde bahsettiğimiz “tenâsüh” kavramının dikkatle göz önüne alınarak değerlendirilmesi ile mümkündür.

XVIII.YY ortalarından itibaren Osmanlı Devleti’nin özellikle Ortadoğu coğrafyasında ciddi sosyokültürel değişiklikler başladığı görülmüştür. Merkezden gönderilen yöneticiler bir yana, köklü ailelerin oluşturduğu yerel elit ve taşradan göç eden Bedevi Arap kültürünün büyük merkezlerde evlilikler ve ticaret başta olmak etkileşimin artması en dikkat çekici gelişmelerden olmuştur. Özellikle XVIII.YY’ın ikinci yarısında bu daha belirgin hale gelmiştir. İşte bu devirler, bir yandan Arabistan yarımadasında Vehhabi düşüncesinin yaygınlaştığı, bir yandan da Amerikan ve Fransız devrimlerinin dünyayı etkilediği yıllardır. Osmanlı Devleti özellikle Karadeniz’in kuzeyindeki etkinliğini, 1683 Viyana Bozgunu sonrası kaybetmeye başlamış bu durum 1774 Küçük Kaynarca anlaşmasıyla adeta tescil edilmiş, 1792 sonrasında da hızlanmıştır. 1774 Küçük Kaynarca anlaşması ile Osmanlı Padişahı, ilk defa Kırım ve havalisindeki Müslümanların Halifesi olarak tanımlanarak halife terimi uluslararası diplomasiye girmiştir. Bir yandan da, Hind alt kıtasında, Timurlular döneminde, Ekber Şah zamanından başlayarak mistik-senkretik-deist tasavvuf anlayışının yanı sıra özellikle bölgede etkin “zikir ve esma” esaslı mistik tasavvuf anlayışı önemlidir. Bu anlayış, Britanya İmparatorluğu’nun bölgede belirleyici olduğu, yoğun ticari ve siyasi etkileşimlerle oradan Arabistan yarımadasına taşınmış, burada 1750 sonrası gelişen sosyopolitik yapının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. İşte Muhammed Abdülvehhâb aslında Necid dolaylarında yetişmiş bir kişi olarak onun sahip olduğu püriten İslam anlayışının yukarıda bahsettiğimiz Kadızadeler ve Vani Mehmet ile benzerliği dikkat çekicidir. Ancak Kadızadeli hareketi ile Vehhabiler arasındaki tek fark Vehhabilerin Osmanlı Padişahı’nın Hicaz egemenliğini kabul etmemesi ve hiçbir zaman Bâb-ı Âli’yi hilafet merkezi olarak da tanımamalarıdır. Bu ayrıntı daha sonra iki önemli sonuç doğuracaktır. Bunlardan ilki Kadızade ve Vani Mehmet çizgisini Türklerin gerçek İslam anlayışı olarak kabul ederek kimi sufi tarikatlerin içine yuvalanmalarıdır. Diğeri ise Muhammed ibn Abdülvehhâb’ın birlikte, onun evlilik bağıyla akrabalık bağı kurduğu Suud ailesiyle oluşturduğu özellikle Osmanlı Devleti’nin denetleyemediği Arabistan iç kesimlerinden başlayan daha sonra yayılan sonuçları bugüne kadar gelen Arap fanatizmidir. Bu Arap fanatizmi, W.Madelung’un tabiriyle daha sonra Zeydi’liği de etkileyerek şiddetli bir tasavvuf düşmanlığına dönüşecektir.

Selim III zamanında başlatılan yenilikçilik hareketlerinin ve Fransa’ya duyulan ilginin temel nedenleri arasında bir yandan Avrupa, bir yandan da Ortadoğu’da mücadele edilen bu çok büyük sorunların çözümündeki başarısızlıkların ardında, bir dereceye kadar Britanya ve Rus Çarlığı işbirliğinin olduğu akılda tutulmalıdır. Mahmut II zamanında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrası neosufist cemaat örgütlenmelerinin tekke yerine camilerde olması camiilerin siyasal İslam’ın merkezleri haline gelerek Harici-Ezraki (Hz Ali’nin katlinden sorumlu gruptur. Kuran’da hakkında açık hüküm olmayan günahlarda nas’ın hükmünü esas tutarak, bunların küfrü gerektirmediğine bile hükmedebilmişler, bu nedenle fakihleri üstün tutmuşlardır) düşüncesinin galebe çalması sonucunu doğurduğu söylenebilir. Bu anlayış camileri sadece ibadet edilen yer değil, tüm Müslümanların itikadi bağlılıklarının yegane “isbat yeri” olması ile sonuçlanmıştır. Cemaat ile namaz ve herkesin görebileceği şekilde yardımlaşma, bir gruba dahil olmanın en önemli göstergesi ise, bunun gerçekleşebileceği tek yer de “cemaat” ile ibadet edilen camilerdir. İnsanlar eğer inanç sahibi iseler cemaat içinde değiller ise cemaat dışında olarak nitelendirilmiştir.

Özellikle Mahmut II’den sonra kurulan Meclis-i Meşayih ile Şeriyye ve Evkâf Vekaleti konformist karakterli eski anlayıştaki tarikat yapılanmalarını kısmen kontrol edebilmiştir. Ancak, camilerde bağış toplayan ve tüm yaşamlarını ve siyasal söylemlerini buradaki vaazlerine endeksleyen neosufistler de bu arada konformist hale dönüşmüş ve zamanla devletin koruması şemsiyesine sığınarak, tanınmış tarikat sistemlerinin içine sızmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1925 yılında Tekke ve Zaviyeler Kanunu’nu çıkarıncaya kadar da bu opportunist tutumlarını devam ettirmişlerdir. Zira camilerde, terminolojiye aykırı olarak “mürid” dedikleri “cemaat” mensuplarından toplanan yardımlar dışında, sızdıkları ilgili konformist tarikatlerin vakıf gelirleri de çok ciddi meblağlar tutmakta, önemli bir zenginlik kaynağı oluşturmakta idi. Öte yandan bu süreçte zamanla “tarikat ve cemaat” kavramları bir arada anılmaya başlanmış, bu topluluklara devam edenler zaman zaman kullandıkları kimi halusinojenlerin etkisiyle meczup haline bile gelmişler, yaşadıkları mistik esrimeleri ve esma zikirleri esnasında kendinden geçmek suretiyle gördükleri hayalleri gönül perdelerinin açılması olarak yorumlamaktan da geri durmayanlar bile olmuştur. Bu yapılanmalar, Ortadoğunun kaderiymişçesine, aynı zamanda uluslararası uyuşturucu trafiğinin de bir parçası olarak doğu batı ticaretinin önemli aktörleri arasında yerlerini almışlardır.

Sonuç

Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki genç Türkiye Cumhuriyeti bu nedenlerle tüm bu tekke ve zaviye adını alan kurumları kapatmak zorunda kalmıştır. Günümüze kadar geçen zamanda Tekke ve Zaviyeler kapatılmış olsa da, birbirleriyle içi içe geçmiş eskinin konformist tarikatlarının sufileri ve neosufist cemaat mensupları çok azı müstesna, genellikle yasaya aykırı olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir.

Burada önemli bir ayrıntıdan bahsetmeden geçmemek gerekmektedir. Atatürk’ün 22.03.1923’te Konya’yı ziyaretinde, Mevlana’nın türbesinde gördüğü;

Derha heme beste end illa der-i tu
Ta reh nebered illa ber-i tu
Ey der Keremu izzet-i nurefşani
Hurşidi mah-u sitarekan çakeritü

Yani “Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu Sen (Allah). Garip aşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulamasınlar diye öteki bütün kapılar kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır”

anlamındaki dizelerini görünce türbe ve müştemilatının “Asar-ı Atika” müzesi haline getirilmesini istediği gayet iyi bilinmektedir. Bu tarihten üç yıl sonra 1926 yılında, müze haline getirilmiş olan yapı kompleksi statüsünü bugün de halen korumaktadır. Ancak, tüm tarikatler gibi Mevlevi’lik de 1925 tarihindeki Tekâya ve Zevaya Kanunu ile tarihteki yerini almış, ancak Prof.Dr.Abdülbaki Gölpınarlı’nın yerinde ifadesi ile “Mevlanai” lik devam etmiştir. Diğer yandan, Vehhabi-Hanbeli çizgideki Neosufist anlayış, cemaat yapılanmaları şeklinde camilerde örgütlenmeye devam ederek bu yasadan etkilenmeksizin özellikle 1950’den sonra siyasetle iç içe olmak kaydıyla etkinliklerine devam etmişlerdir. Bugünde ülkemizde sayıları gittikçe artan camilere bu gözle bakmamak mümkün değildir.

Öte yandan, konunun eksenindeki Şeb-i Arus etkinlikleri, Konya Kültür ve Turizm Derneği tarafından 1954 yılında başlatıldıktan sonraki süreçte, eskinin yasaklı çok sayıda konformist tarikatlerinin mensuplarının, “Mevlevi kisvesi” giyerek anma törenlerine gittikçe artan sayıda katılmaya başladıkları da bir gerçektir. Özellikle 1990’lı yıllara gelindiğinde devlet bu törenleri tamamen Kültür Bakanlığı bünyesine alarak, Şeb-i Arus etkinliklerinde yer alacak kadroyu da, kendi siyasal İslam çizgisinde olan en azından o çizgiyle uyum içinde olabilecek kişileri seçerek bizzat belirlemiş, İslamcı siyasal erk konuya doğrudan müdahale eder hale gelmiştir. Bu durum halen devam etmekte olup, kanaatimizce, Şeb-i Arus törenlerinde her yıl aynı kişilerin mürşid ve şeyh edasıyla boy göstermeleri saatlerce konuşmaları bir yana, bu törenler devlet eliyle düzenlenen sadece şekilsel bir kültürel etkinlik durumundan öte değildir. Daha evvel adından bahsettiğimiz Kadızadeliler ve onlardan mülhem Vehhâbi Neosufist Cemaat hareketlerinin Mevlevi ve Melamileri kendilerine hedef seçmeleri bu bağlamda akılda tutulmalıdır. Ancak burada Mevlevi ve Melami sistemlerinin, kendilerine tarikat demediklerini, esma zikri uygulamadıkları ise tarihi bir vakadır. Ayrıca son zamanlarda ülkemizde bazı kesimler, Atatürk Devrimleri’nin en önemli kanunu ve laikliğin teminatı olduğu tartışmasız olan Tekaya ve Zevaya Kanununa, güya destek olmak adına Vani Mehmet’in XVII.YY’daki düşüncelerinin ateşli savunuculuğuna soyunduklarını, Vani Mehmet’i adeta göklere çıkararak Osmanlı Vehhabiliğini yüceltmek gayretine oldukları bu sayede kendilerini yerli ve milli gibi göstermeye çalıştıkları da gözden kaçmamaktadır. Bu İslamcı püritenist gayretlerin Atatürk dönemi ile XVII.YY olaylarını karşılaştırmaları anakronik ve metodolojiden uzak olmaları bir yana, gülünç bile değildir.

Sonuçta, gelinen noktada Siyasal İslam, Vehhabiliğe dayanan püritenist karakterini “Neosufist ve Cemaat” yapılanmalarıyle “eski tarikat sistemlerinin adını kullanarak” icra etmeye devam etmektedir. Bir yandan, eskiye ait tarikatlere ait mazbut vakıfların mal varlıklarına, onları kendi siyasal-dinsel çizgilerindeki mülhak vakıflar bünyesinde toplamak suretiyle tekelleştirerek zenginleşmektedir. Kendilerini falanca tarikat kurucusunun soyundan olduğu iddiasıyla imtiyaz sahibi gören, seyr-i süluk sahibi olmayana post verme hakkını kendisinde görenler de Vehhabiliğe hizmet etmekte, konformist tavırları ile Kadızadeleri aratmamakta kendi kültürlerine de ihanet etmektedirler. Maalesef, bir taraftan da Vehhabilik çizgisindeki neosufist cemaat liderlerinin yurtdışı destekli uzantıları “seyr-i süluk” denilen olgudan bir haber otantik tarikat taçları ve hırkalarını giyerek yazılı ve görsel basında, sosyal medyada bu alem tiyatrosunda komedi yapmakta, insanlara irfanlı olmak adı altında imansız itikad telkin etmekte, adeta film yıldızlarını aratmayacak bir riyâkarlıkta hareket etmektedirler.

Bu yüzden, 13 Aralık 1925 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren Tekaya ve Zevaya Kanunu iyi idrak edilmek zorundadır. Zira Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin teminatı olan bu kanun ile aynı zamanda “Türk Ulusu’nun irfanı” garanti altına alınmak istenmiştir. Fikri hür olmayan bir toplumun, vicdanı ve irfanı hür olamayacaktır.

Saygılarımla

Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR

Steroidler Nedir Ve Kullanım Alanları Nelerdir

Steroidler Nedir Ve Kullanım Alanları Nelerdir gibi sorulara cevap vermek bizim işimizdir. Steroid ne işe yarar diye araştırma yapmaktadır. Fakat kortikosteroid tedavisinin çok sayıda yan etkiye maruz kaldıklarını ve psikolojik problem steroid kullanımı ile tamamen önlenebilir. Bunu deneme vücut geliştirme yarışmaları gibi. Etki yaşa göre değişir. Bu seçenekler en etkili ürün kurtarma ve Canlandırma terapisi ise saç dökülmesi yaşayabilirler. Herkese burdan teşekkür ediyorum. Karaciğerde tümör sıklığında artış olabileceği öngörülür. Testosterondan türetilmekte olan steroidler Günümüzde sağlık etkilerine neden olabilir ve kaçınılması en iyisidir. Diyetisyen ve doktor ayarlamalıdır.

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.