DOLAR

35,5594$% 0.16

EURO

36,5618% -0.36

STERLİN

43,2938£% -0.53

GRAM ALTIN

3.080,73%-0,39

ONS

2.700,74%-0,53

BİST100

9.977,94%1,13

BİTCOİN

3705099฿%0.68959

a

TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASI-I

TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASI-I
0

BEĞENDİM

Eski adıyla, Tekâya ve Zevayâ Kanunu (30 Kasım 1925-Sayı 677) olarak bilinen bu kanun günümüzde en çok tartışılan ve siyasete alet edilen konuların başında gelmektedir. Kimi dış destekli cemaat yapılanmalarının ve neosufizm ile ilgili menfaat çevrelerinin, özellikle Atatürk ve Cumhuriyet devrimlerinin dolaylı olarak da laiklik ilkesinin karşıtı söylemlerinin odağı haline getirdikleri bir “Devrim” kanunudur.

Tekke ve zaviyelerin neden kapatıldığını iyi anlamak bir tarafa, bu kanunun konusu olan tarikat kavramına da epistemolojik yaklaşım getirmeden söylenecek her söz, yanlış çıkarımlara neden olmaktadır olmaya da devam etmektedir. Bunun sonucunda tartışmalar “laik-anti laik” eksenine tekrar dönmekte ve bir kör döğüşüne dönüşmektedir. Kimi çevreler kanunun öznesi olan “tarikat-tekke-tasavvuf” konularını bilmeden onları tarihî ve kavramsal derinliği ile iyi tetkik etmeden çağdaşlık ve laiklik adına kanuna arka çıkıp savunurken, kimi çevreler de hiç bir kanıta dayanmadan belge göstermeden, kulaktan dolma “naklî” bilgilerle, bu kanunun muvakkaten çıkarıldığı, Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti kadrolarının bir takım düzenlemeler yaptıktan sonra tekrar bu kurumları açacakları iddiasında israr etmektedir.

Kanuna muhalefet eden ve kendilerini şu veya tarikatın mensubu olduklarını iddia edenlerin ise, siyasal İslam çizgisinde, tamamen konformist bir yaklaşımla, siyasal İslam’ın selefîlik eksenli dayatmacı anti-laik düşüncede olanlar ile işbirliği yaparak bunu gerçekleştirdikleri malumdur. Bu kesimlerin tasavvuf kültürünün bırakınız hakikatini idrâk etmeyi, ne olduğu konusunu bile özümsemediklerinden, “halini hal eylemeden” mükebbir ve müstehzî tavırlar takınarak “sûluk gördükleri” vehmi ile, bir de üzerlerine çağa uymayan bir takım tarikat kisveleri (kıyafetleri) giyerek konuştuklarına, gönüllerindeki kaosun özel yaşamlarına yansımasını defalarca müşahede ettiğimiz veçhesiyle eminiz. Bu gibi târikat ve şeyh/dede/baba vb müddeilerine “dervişlik olsaydı tâc ile hırka biz de alırdık otuza kırka” sözünü hatırlatır, süluk görmeden giydikleri kisvenin onlara sadece bir kostüm hatta yük olduğunu, halden uzak ve tahakkuksuz “ilm-i taklidî” ile yaptıklarının ise malumatfuruşluk ya da bir başka deyişle “kaal” olduğunu söylemek bu aziz milletimize borcumuzdur. Öte yandan, siyasal İslam’ın hizmetindeki, bir şekilde tarikat unvanı elde etmiş irfandan dem vuran kimi medyatik kişiliklere “edeb” konusundan bahsetmek lüzumu bile görmüyoruz. Çünkü edeb kavramı sadece akıl ve bilgi değil aslında bir “kendini bilme” haline aittir.
Bu nedenle, aslında Türk tarihinde belirli bir sosyokültürel sürecin sonucunda oluşmuş adına “Tarikat” denmiş kurumsal yapılanmaların kökenleri konusunda, siyasal İslamcıların yüzleşmek istemedikleri hatta inkâr bile ettikleri, kâdim insanlık düşünce mirasına dair derinlik, batılı bir çok araştırıcının ve üniversitenin akademik incelemelerinde ciddi olarak üzerine eğildikleri bir alan olmaya devam etmektedir. Ancak bizde konuyla ilgili yazar ve kimi akademisyen çevreler, sadece “teolojik filozofi”nin dar çerçevesinde konuyu ele almakta israrlıdırlar. Maalesef bizdeki teolojik felsefe çizgisinden konuyu irdelemeye çalışan kendisini mütekellim veya edebiyat tarihçisi olarak niteleyen “akademik ünvanlı” bu “müellif taife”, tasavvuf bahsinde hep muğlak ve Irak-ı Arab/Irak-ı Acem sufiliğinin hâvaric düşüncesindeki tesirinden kendilerini kurtaramamışlardır. Bu durumun getirdiği en tabii sonuç kadim tasavvuf mesleğine ve kültürüne, Horasan Türkleri’nin adapte ettiği Tarikat olgusu ve ona dair kurumların sosyokültürel yönünün, özellikle de toplum üzerindeki uzlaştırıcı rolünün doğru dürüst idrâk edilememesi olmuştur.

Konuyla ilgili olarak tasavvuf, kimi zaman da bazı çevrelerce “mistisizm” ile özdeşleştirilmistir. Bu konuyla ilgili yazı ve yorumların bir çoğu, Batı dünyasındaki bazı Germen kökenli pagan kültürler ile çoklukla Türklerin egemen olduğu İslam dünyasının Hindistan alt kıtası Pers sahası bölümlerindeki, Nasturizm, Budizm ve Manihaizmin vb etkisiyle ortaya çıkan okültizmin etkileşimindendir diyebiliriz.

Oysa dikkatle incelenir ise tasavvuf bir mistik felsefe değildir. Bir çok batılı müşteşrik “vecd ve istiğrak” halini mistik esrimeler ile bir tutma eğiliminde olmuşlardır (W.Goethe, R.Nicholson, I.Goldziher, A.Schimmel vb.). Kimi zaman da tasavvufta bir hal olan “arif”lik ise bu bağlamda bir kendini bilme değil gnostik olmak şeklinde yorumlanmıştır. Oysa dikkatle düşünülecek olursa arif olma hem nazarî, hem teesürî hem de amelî tasavvufun konusudur. Ancak üçü bir arada oluş halinde telakki edilirse “Nefsin bilir Rabbin bilenler/men arefe nefsehu fekad arefe Rabbe hu” sırrı idrâk edilebilir. Bu durumda, “zahid ve abid” olmak kişinin bu “kendini bil” sırrını idrâk etmesine yetmeyeceği sonucuna varılabilir. Çünkü dikkatle konuyu inceleyenlerin bildiği gibi “İrak-Suriye İslam Sahası” sufiliğinde kaba zahid ve abidliği yücelten, hoş görüsüz Ezrâki/Havâriciyyun/Selefî eksenli tarz hakimdir. İlk dönem zahidlerinin ki sıklıkla beş tanesi çok dikkat çeker (İbrahim Edhem, Şakik-i Belhi, Malik bin Dinar, Fudayl bin İyaz, Bişre-l Hafî), anlık ve içsel kimi zaman gaibden duyulduğu iddia olunan bir nidâ ile Tanrıya yöneldiklerine dair hikayeler bu tarz mistik tanımlamalara da neden olmuştur. Ancak bunların hiç birisi bir tasavvuf sistematiği içermez. Zira yaşadıkları devir siyasal karışıklıkların çok olduğu, savaşların buna eşlik ettiği buhran dolu VIII.ve IX.YY’lardır. Oysa kurumsal Tarikat yapılanmalarının, bilinen ilk tekke/tekye/toplanma yeri VIII.YY sonlarında Kudüs’ün kuzeybatısındaki Remle’de kurulsa da Türklerden başka bir çok etnik unsurun yoğunlukta olduğu Horasan ve Maveraünnehir’de, XI.YY da Ebu-l Hayr önderliğinde “örgütlü bir ağ/network” şeklinde görüldüğü tarihsel bir realitedir. Bu harekete, kimi araştırıcılar içinde “sessiz isyan/silent rebellion” diyenler de olmuştur.

Sonuç olarak Horasan sufiliği XIV.YY da, buhranlı bir dönemde, Anadolu ve Balkanlarda yeni siyasal teşekkül ve etnogenezi tesis etmiştir. XVI.YY’da konformist hale gelerek yapısal değişiklik geçirmiş, XVIII.YY’dan itibaren de hem Sünni İslam uleması hem Şia İslâm İmamet anlayışı içerisinde kurumsal din yapısı dahilinde tasfiye sürecine girmiş, sadece şeriat esaslı kuru ve içi boşaltılmış “ameli tasavvuf” uygulamalarına dönüştürülmüştür. Bu devirler Britanya Krallığı’nın Levant, Ortadoğu ve Yakındoğu ticaretini , gûya Protestanlık ile İslam dininin yakınlığı tezini kullanarak şekillendirme ve ele geçirme gayretlerinin hızlandığı devirlerdir.

Bu konuyla ilgili olarak sufizmin, nasıl neosufizm haline geldiği, tarikatların nasıl cemaatlere dönüştüğü konusuna ve bunun sosyopolitik yıkıcı etkilerine sonraki yazımızda değineceğim.

“Bilmek istersen eğer meslek-i dervişânı
Sevenin bendesiyiz sevmeyenin Sultanı”
Ahmed Sarbân

Saygılarımla

Dr.M.C.YAĞMURDUR

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.