35,5594$% 0.16
36,5618€% -0.36
43,2938£% -0.53
3.080,73%-0,39
2.700,74%-0,53
9.977,94%1,13
3721654฿%0.62239
Bugün yazılı ve görsel medyada hastalar tarafından saldırıya uğrayan hekimlerin sayısının gittikçe artmakta olduğunu görmekteyiz. Bunun yanında hekimlerin birbirine şiddet uyguladığı haberlerine de rastlamaktayız. Diğer taraftan sayıları gittikçe artan özellikle belirli uzmanlık dallarında yoğunlaşan tıbbi yanlış uygulamaya yönelik davalar, hekimlerin cerrahi dallardan kaçışını hızlandırmaktadır. Bütün bunlar, psikososyal olarak elbette analiz edilmektedir. Ancak altta yatan temel neden, özellikle son kırk yıldır yaşanan ve son yirmi yıldır da gittikçe artan hem genel eğitim hem de tıp eğitimin siyasallaşması sürecidir. Bu siyasallaşma süreci, ülkemizde ilk ve orta öğretim düzeyinde “inancı merkez alan” bir dinsel ideoloji ekseninde şekillenmektedir. Burada özellikle siyasal İslamın, felsefeyi aşağılayan hatta mantıkla beraber onu gereksiz gören yaklaşım tarzı dikkat çekmektedir ki HWN sitesinde yazdığımız “Üniversite Kavramı” yazı serimizde buna detaylı olarak değinilmiştir. Siyasallaşma, bu yönde oldukça tehlikeli bir şekilde temel eğitimle beraber tıp eğitimini de tehdit etmektedir.
Aslında tıpta mezuniyet sonrası eğitimde özellikle 1982 yılından itibaren başlayan uzmanlık eğitimine dair yapılan, aşağıda da değineceğimiz kimi yasal bazı değişiklikler ile başlatılan bu siyasallaşma, 1990’larda siyasal partilerin bölge milletvekilleri üzerinden yürüttüğü her ile bir üniversite açılması (HİBÜP) gayretine neden olmuştur. Siyasallaşma, bahsedilen olaya koşut şekilde 2000’li yıllardan başlayarak “her yere bir tıp fakültesi” açılması şeklinde tezahür etmiştir. Bir de bunlara yine siyasal olduğu şüphe götürmez kararlar ile açılması kararlaştırılan vakıf üniversiteleri ve onlara bağlı kurulması ön görülen tıp fakültelerinin varlığı eklendiğinde sorun içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Ancak artan bu üniversite sayısına rağmen, Türkiye’de artık üniversite varlığından bahsetmek, üniversite kavramının tarihsel gelişim süreci ve dinamikleri göz önüne alındığında söz konusu edilemez. Bu sayede, siyasallaşma ve siyasal İslam dayatmasıyla, artık üniversite kavramının içi boşaltılmıştır. Bununla beraber rektörlerin seçim değil de doğrudan atama yoluyla göreve gelmesi nedeniyle büyük ve köklü olduğunuiddia eden üniversiteler de siyasallaşmadan nasibini almıştır.
Hekimlik mesleği açısından ele alındığında ise özellikle akademik ünvanların değersizleşmesi “zaten bir eğitim felsefesine dayanmayan tıp eğitimini” iyice zora sokmuştur. Günümüzde “ticari tıp dönemine” girildiğinin en önemli göstergesi de bu olmaktadır. Aslında bu değersizleştirme süreci, 1978’de çıkarılmasına teşebbüs edilen “tam gün yasası”na tepki olarak, 1980 sonrası uzmanlık eğitimi tüzüğünde yapılan değişiklikler ile de yakından ilgilidir. Bilindiği üzere, ülkemizde tıpta uzmanlık uygulamaları 1219 sayılı 1928 yılında çıkarılmış olan Tababat-ı Şuabat Sanatların Tarz-ı İcraı’na dair kanunla düzenlenmiştir. 1930 yılında çıkarılan Umumi Hıfzı Sıhha Kanunu daha çok koruyucu hekimlik ve halk sağlığı hizmetlerini ilgilendirir. Bunun yanında 1219 sayılı kanun 1962 yılında Tıpta Uzmanlık Tüzüğü ile bazı düzenlemeler yapılmıştır. 1974 yılında bu tüzükte bazı genişletici hükümlere yer verildiği bilinmektedir.Ayrıca, 1974 yılından 1981 yılına kadar bu konuda tüzükte her hangi bir düzenleme yapılmamıştır. Bu tarihe gelinceye kadar Türkiye’de sağlık alanında olan en önemli gelişmelerin başında, Almaata Deklarasyonu sonrası 1978 tarihinde, devrinSağlık Bakanı Dr.Mete Tan zamanında çıkarılan tam gün yasasıdır. Aslında bu yasanın 1961 tarihindeki “Sağlık hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi” kanunu çerçevesinde, ciddi hukuki dayanağı olan ve Anayasa’ya da aykırı hükümler içermeyen bir düzenleme olduğu kimse tarafından iddia olunamaz. Ancak, 31 Aralık 1980 tarihinde o zaman ki askeri darbe hükümeti tarafından yürürlükten kaldırılmıştır. Bununla beraber, o zamanlar bu yasanın hayata geçirilmesi dair çalışmalarda, ilgi çekici bir süreç yaşanmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden yaklaşık 1 yıl önce Sağlık Bakanı, muhalefetten olduğu kadar, bizzat iktidar Partisi içinden gelen baskılar neticesinde yasadan geri adım atma eğilimine girmiştir. Bu baskının en temel nedenlerinden birisi kanaatimizce, kamu sektöründeki hekimlerin hastanelerde özel hasta bakmaları ya da çalışma saati bitiminden sonra bunu dışarıda yapmalarına dair SSK’yı da arkalarına alarak yürüttükleri kampanyadır.
Yapılan düzenlemeler ile 2547 sayılı YÖK kanunun Madde 3, t fırkası 3. Bendi tıpta uzmanlık eğitimi esaslarını saptama yetkisini T.C Sağlık Bakanlığı’na vermiştir.(3) (Bu durumda “Tıpta Uzmanlık: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından düzenlenen esaslara göre yürütülen ve tıp doktorlarına belirli alanlarda özel yetenek ve yetki sağlamayıamaçlayan bir yükseköğretimdir” tanımlaması ile uzmanlık eğitimi hem siyasallaşmış hem de bugün çok eleştirilen “Sağlık Bilimleri Üniversitesi” denilen siyasal erke doğrudan bağlı bilimsel ve yönetsel özerkliği olmayan bir kurguya zemin hazırlanmıştır). Buradaki ifadeler, salt tescilden ve bir belge onanması kaygısından öte, aslında üniversite kurumlarındaki düzenlemelerde de T.C Sağlık Bakanlığı’nı tam yetkili kılmıştır. Bu durumda tescil ve uzmanlık eğitimi esaslarını belirleyen T.C Sağlık Bakanlığı, üniversitelerde “yüksek lisansa eş değer” kabul edilen “uzmanlık eğitimi” alanını bizzat denetleyebilme ve görevlendirme yapabilme yetkisine de haiz kılınmıştır. Bu husus 2011 yılında 663 sayılı KHK ile TUK (Tıpta Uzmanlık Kurulu) teşkili aşamasında üniversite ve T.C. Sağlık Bakanlığı eşgüdümü bakımından, özellikle YÖK bağlamında bir takım sorunlara da yol açmıştır. Örneğin Her İle Bir Üniversite Projesi (HİBUP) kapsamında, özellikle taşra üniversitelerinin bünyesinde açılan tıp fakülteleri ve Sağlık bakanlığı hastanelerinin onlara afiliasyonu ile onların bünyesinde verilecek olan mezuniyet sonrası yüksek lisans eğitim programları yeterli öğretim üyesi sağlanamaması nedeniyle TUK tarafından siyasal kaygılarla israrla devam ettirilmiş büyüyen sorunlar görmezden gelinmiştir. Bu konu 2547 sayılı kanunun 38.maddesi’nin uygunsuz çalıştırılmasına neden olarak uzmanlık eğitimini de zaafa uğratmış eğitimin kalitesini de olumsuz etkilemiştir.
1980 sonrası tıpta uzmanlık eğitiminin yapılan kimi düzenlemelerle siyasallaşmasının bedeli ağır olmuştur. Özellikle yukarıda da bahsettiğimiz üzere, Sağlık Bakanlığı İhtisas Hastanelerinde verilen tıpta uzmanlık eğitimi, 1982 de yapılan düzenlemelerle YÖK’e bağlı üniversitelerdeki mezuniyet sonrası eğitim sürecinde yüksek lisansa eşdeğer olarak kabul edilmiştir. Bunun akabinde Sağlık Bakanlığı İhtisas hastanelerinden uzmanlık eğitimi almış olan doktorlar da doçentlik sınavına girerek üniversite doçenti ünvanı almaya hak kazanmıştır. Artık bu sayede 1990’larda gerek Sağlık Bakanlığı ihtisas hastanelerinden, gerek üniversitelerden yükselen “kısmi zamanlı çalışma yarışı”, doçentlik sınavına girme talebini artırmış sonuçta “akademik ünvanlı doktorenflasyonunu” hızlandırmıştır. Doksanlı yılların ortalarına doğru, özellikle bakanlığa bağlı ve siyasal erkin denetiminde olduğu yadsınamaz olan bakanlığa bağlı eğitim araştırma hastanelerinde, doçent ünvanı alan kimi doktorlar profesör ünvanı alabilmek için her türlü yasal yolu zorlamışlar (kendi uzmanlık dalları dışında-yasa buna olanak tanımaktadır-her yasal olan ahlaki midir? bu elbette tartışılır) ve bu ünvanıalmışlardır. Son yirmi yılda ise taşradaki devlet hastanelerine afiliye edilen taşra üniversitelerine büyük şehirlerdeki eğitim araştırma hastanelerinden, özlük hakkı elde etmeye ya da akademik yükselme talepleri, geçici görevlendirmeye dair ilgili madde tersine işletilerek karşılanmaya çalışılmış, böylece profesör ünvanında da hiperenflasyon yaşanmaya başlanmıştır.
Bu durumda bir de Sağlık Bakanlığı’na bağlı kurulan Sağlık Bilimleri Üniversitesi sağlık bakanlıığı bünyesinde siyasal sisteme yakın olanlara özlük haklarını iyileştirmek için kurulmuştur. Son günlerde ek gösterge artışı diye yaygara koparılan düzenleme ile doktorlar dışındaki sağlık çalışanlarının reaksiyonuna neden olmuş, bu duruma “kıdemli profesör” olmanın sağladığı avantajı yaşayan YÖK’ e ve SBÜ’deki doktorlar sessiz kalmışlardır. Dünyanın hiçbir yerinde bu denli çarpık, siyasal, bilim ve çağdaşlıktan uzak bir üniversite yapılanması adı altında medrese niteliği taşıyan yapılanma yoktur. Yakın bir gelecekte, cerrahi dallarda yaşanan kalite kaybı, değersizleşmiş akademik ünvanlar ile Türk Tababeti can çekişme noktasına gelecektir. Evet özellikle de zincir hastanelerin tabela üniversiteleriyle yaptıkları afiliasyon protokolleri sayesinde her doktor profesör olacak ve bu değerli ünvanın anlamı hiç kalmayacaktır. Zaten özel hastanelerde çalışarak, kendi anabilim dalı dışında her hangi bir sağlık alanında örneğin hemşirelik vb.profesör olmayı içine sindiren çok sayıda doktorun varlığı da siyasallaşmanın bir parçasıdır. Bu sayede, bilgi üreten değil ancak kullanıcı olmaktan öteye gidemeyen sadece kongrelerde boy göstermeyi marifet sayan literatüre katkı değil sadece literatür tekrarcılığıyapan, sosyal medyada kürsü başı görüntülerini paylaşarak “bilimi takip eden iyi doktor” olduğu mesajını veren kişileri,“ticari tıp” devrini takip ettikleri konusunda kutluyorum. Çok değil, 35 yıl öncesinde yarı zamanlı çalışırken, öğrenciye ders vermeleri gereken zamanlarda, çalıştıkları üniversitelerin gücünü arkalarına alarak, özel hastanelerde “para basan” profesörlerin ve devlet ihtisas hastanelerindeki doçentlik gayretinde kıyasıya çatışan doktorların, bıçak parası alarak devletin kurumlarında yaptıkları ameliyatlar ile köşeyi dönme gayretinde olanların, tababetin bugünlere erişmesindeki katkılarını da unutmamak gerektiği kanaatindeyim.
Herhangi bir kişiyi, siyasal partiyi vb suçlamadan önce, bu ülkenin en büyük hastalığının pragmatizm olduğu öz eleştirisini yapmak zorunda olduğumuz bir gerçektir. Bu gerçek ile yüzleşmek bir samimiyet olup en azından ilerisi için ümit taşıyabilmektir. Bir başka şekilde ifade edersek, pragmatizmin ahlakı olmadığını anlamak bir farkındalıktır. Unutmamak gerekir ki, bugünler 40 yılın sonucudur. Elbette gelinen noktada herkes sorumluluk sahibidir. Cumhuriyetin fazilet olduğunu vasiyet eden büyük Atatürk’ün yolunda gitmek, emeklilikten sonra kalın kitaplar yazıp genç kuşaklara çağdaşlık öğütleri vermekle sağlanamayacaktır.
Saygılarımla
Dr.Mahmut Can YAĞMURDUR
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.