DOLAR

35,5631$% 0.38

EURO

36,6302% 0.04

STERLİN

43,4028£% -0.04

GRAM ALTIN

3.095,10%0,07

ONS

2.703,92%-0,42

BİST100

9.933,77%0,68

BİTCOİN

3622492฿%3.03644

a

GÖÇLER VE ULUS İNŞASI-II

GÖÇLER VE ULUS İNŞASI-II
0

BEĞENDİM

Geçen yazımda sığınmacı ve mülteci kavramlarının hukuksal statüsü üzerinden değinmeye çalıştığım ve baştan beri zorlama bir isimle “Peştun” etnik kimliğinin bir devlet adına dönüştürülmek suretiyleAfganistan denilerek kurdurtulan bir ucube devletin dünya üzerinde nasıl bir krizin kaynağı olduğuna değinmeye çalışmıştım.

Son 20 yıldır ulus inşasıiddiasıyla ABD ve müttefiklerinin kasıtlı veya değil yarattıkları kavram kargaşasıyla oluşturdukları kaosa dikkat çekerek bunun Anadolu coğrafyası üzerindeki olası etkilerine de kısaca değinmek gereğini duymaktayım. Zira konuyla ilgili olarak ortaya atılan çok sayıda komplo teorisi ve “kasıtlı göçmen krizi yaratma” stratejisi iddiaları da uluslararası barışı tehdit etmekte, ulusal ve uluslararası toplumda düşmanlıkları körüklemekte, bilimsel ve tarihsel gerçeklerden uzak kimi değerlendirilmelerle içte ve dışta siyasi kör döğüşe de neden olmaktadır. Bu kör döğüşün ise, zaten ciddi sıkıntılar içinde olan ülkemiz coğrafyasında  kimseye bir yarar sağlamayacağı, ileriye matuf bir strateji planına katkıda bulunmayacağı ise aşikardır.

Emperyal güçlerin jeostratejik hedeflerini gerçekleştirme yolundaki hataları insanlık tarihinde çözümü imkansızsorunlara yol açmıştır

Son 20 yılda ABD ve müttefiklerinin yaptığı kavramsal ve stratejik değerlendirme  hataları bugün tüm dünyada ciddi bir göçmen krizini tetiklemiş uluslararası toplumda onulmaz yaralar açılmasına neden olmuştur. Bu gibi hatalı kavramsallaştırma ve zorlama coğrafi tanımlamalar ne ilk ne de son olmuştur. Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki göç nedeni olarak kabul edilebilir.  Buradan anlaşılacağı üzere maalesef, geçmişte de dünya üzerinde başat güç olan emperyalsistemler benzer hatalar yapmışlardır. Örneğin, bugün batı uygarlığının ve hatta doğu uygarlığının gelişim sürecinde  derin izler bırakan Roma İmparatorluğu’nun “Filistin” kavramındaki coğrafik terminolojik isimlendirme hatayüzlerce yıl sonra Britanya İmparatorluğu tarafından da tekrarlanarak bambaşka ancak rasyonal gerçeklere dayanmayan sınırlar çizilerek tekrar kullanılmak suretiyle Ortadoğu’da bugün de derin etkilerini yaşadığımız karmaşık bir çok sorunun kaynağı olmuştur. Bölgede Yahudi diasporatarihinin temelinde bunu aramak daha doğru olur kanaatindeyim.  Gerçekten de Filistin coğrafi ismi Roma Osmanlı ve Britanya imparatorluklarının tanımladığı farklı alanları içermesine rağmen, zorlama bir yorumla, Birleşik Krallık ve Fransa arasındaki Ortadoğu menfaat mücadelesinde, Osmanlı Devleti’nin zayıflığından yararlanan İngiliz güdümlü sözde Osmanlı Valileri Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa tarafından oraya Arabistan’ın ve Mısır’ın bir çok yerinden bazen asker bazen de ucuz işgücü olarak zorla yerleştirilen Araplara ait bir ülke gibi addedilmesine yol açmıştır., Ortadoğu’da İsrail ve Arap ülkeleri arasında, zaman zaman İran’ın da fanatik bir şekilde müdahil olduğu, Türkiye’nin de konuyu tam kavramadan yeknesak bakışlı İhvan İdeolojisi kökenli salt ideolojik heyecanla geliştirdiği söylemlerden anlaşılacağı üzere sorun bir çok insanın ölümüne neden olabilmektedir.  

Afganistan ismi de buna benzer olarak üç önemli İngiliz savaşı sonrası, belli ki kasıtlı olarak sadece Peştun etnik yapısının tamamen egemen olduğu bir coğrafya gibi algılanmaktadır. Buradaki Birleşik Krallık dayatmasını yadsımak mümkün değildir. Ancak çok ilginç bir şekilde bugün bu göçmen sorunu karşısında Birleşik Krallık hükümeti bir “mezar sessizliği” içindedir. Geçen yazımızda buna kısaca değinmiştik. Önümüzdeki günlerde İngiltere2nin başkanlığında gerçekleştirilecek olan G7 zirvesinden de Türkiye açısından yararlı bir sonuç beklemek de ham hayaldir.

Zamanında, Osmanlı İmparatorluğu da Orta Avrupa’da benzer bir uygulama yapmıştır. Gerçekten de Avusturya Habsburghanedanı yönetimi altındaki Kutsal Roma Germen Devleti’nin içindeki Macar unsura karşı benzer bir yaklaşım sergilemiştir. Habsburg Hanedanı 1438 de Kutsal Roma Germen tacını ele geçirmesi sonrası, Macarlar Germen Ottonian hanedandan Marseburg savaşından sonra ayrılmışlar ve  XV.YY’danitibaren de Habsburg hanedanı ile Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’nun bir parçası olmuşlardır. Osmanlı imparatorluğu da Süleyman I zamanından itibaren Macaristan’ı iki bölüm halinde ele almış. Kuzey sadece gevşek bir yapılanmayla vergiye bağlanırken, güney bölgesindeki Macar kralını 169 yıl boyunca bizzat taç giydirerek bölgeyi Buda ve Peşte olarak ayrı ayrı telakki etmiş Avusturya Macaristan İmparatorluğu ile ilişkilerinde Macar ülkesini tampon bölge oluşturacak şekilde düzenleme gereği duymuştur. Elbette bu durum daha sonraki II.Viyanakuşatmasında başka bir çok faktörün de etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun aleyhine gelişen olaylara zemin hazırlamıştır. Böylece başlayan Osmanlı Devleti’nin Avrupa’dan çekilme süreci, bu yıl 100.yılını kutladığımız Sakarya Meydan Muharebesinde Gazi Mustafa Kemal Paşa kumandasındaki ulusal kuvvetler tarafından ancak durdurulabilmiştir.  

Ancak bugün kıta Avrupası hala o zaman yapılan  vedoğruluğu tartışılan uygulamaların sancılı sonuçlarını, günümüzdeki mülteci sorununa karşı AB üyesi ülkeler arasında yaşanan sorunlarda izlenen politikalar ve kriz yönetimi anlayışı farklılıkları bağlamında  yaşamaya devam etmektedir. Elbette örnekleri çoğaltmak mümkünse de bu konuya örnek vermek amaçlı değindiğimiz için burada daha fazla tartışmanın anlamı olmadığı kanaatindeyim.   Şimdi tekrar Afganistan konusuna ve ABD’nin sağlam bir aksiyolojiiçermediğini düşündüğüm kavramsal ve stratejik hatalarına dönerek kısa bir değerlendirme yapmak durumundayız.

Ulus inşa etmek iddiası  

ABD son yüz yirmi yıl içerisinde yaklaşık 200 kadar “ulus inşaası” isimlendirmesi altında projelere kalkışmıştır. Genel anlamda değerlendirildiğinde bu projeleri “yeniden yapılanma/reconstruction” ve “geliştirme/developing” olmak üzere iki ana başlıkta incelemek mümkündür. Bu projelerin başarılı sayılabilecek belli başlılarına örnek olarak Japonya ve Batı Almanya verilebilir. Vietnam’daki başarısız girişimi ve Haiti ile Colombia müdahalelerindeki sınırlı etkinlikleri bir yana bırakılacak olursa, SSCB’nin dağılması sonrasında uygulamaya koyduğu Afganistan ve Irak ulus inşaası süreçleri ise zaten çatışmayı ve ötekileştirmeyi yaşam biçimi edinmiş cihat kültürü temelinde yaşayan bölge insanına barış değil felaket üstüne felaket getirmiş, bölge içinde önemli göç hareketlerine zemin hazırlamış ve başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinde siyasal-ekonomik istikrarsızlığa, etnik ve mezhepsel çatışmaların körüklenmesine, evrensel değerlerden uzak bağnazlık ve taassub dolu yaşam biçimine nedenolmuştur. Bu sorunun temelinde Reagan – Teatcher ikilisinin 1980’lerde uygulamaya koyduğu doktrinlerin 1992 de Bosna krizi ile başarısızlığa uğradığı gerçeğini görmezden gelmek mümkün değildir. 1992’de Bosna Savaşı ile başlayan ve utanç abidesi olarak Avrupa tarihindeki yerini alan Srebrenitsakatliamına kadar giden olaylar zinciri Slav milliyetçiliğinin doğal bir sonucu olan Putin liderliğindeki Rus otokrasisiyanında, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesiyle hızlayükselen Merckel liderliğindeki Alman milliyetçiliğini de tetiklemiştir. Bu durum da dünyada zaten ötekileştirmeye dayalı cemaat ilkeli siyasal karakterli bir din olan İslam ekseninde teokratik siyasetin yükselmesi için uygun vasat teşkil etmiştir.   Ortaya çıkan tablo, kanlı çatışmalar ile dolu, su başta olmak üzere, besin ve her türlü yeraltı/yer üstü kaynakların adil paylaşılmadığı bir dünyaya gidiş olmuştur. Böylece, Anglo Sakson dünyanın dizginleyemediği bencilliği yanında yaşlanan nüfusunun getirdiği istihsal azlığı tehlikesiyle ilgili geleceğe dair endişeleri nedeniyle uygulamaya koydukları göçmen politikaları, geri kalmış ülkelerden batıya doğru göç dalgasının temelinde yatan ana sebep olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sonrası eski bir ulus inşaası projesi olan Japonya ise Batı Almanya ile benzerlik gösterse de Batı ve Doğu birleşmesi pek de öngörülemeyen hatta kontrolü zor olan AB içerisinde başat rolü yadsınamayan güçlü bir Alman idealinin yolunu açmıştır. Japonya ise kendi geleneksel yapısından dolayı ABD için biraz daha kontrol edilebilir gibi gözükse de son zamanlarda Çin ile Asya Pasifik ekseninde mücadele etmek için özellikle silahlı kuvvetlerinin güçlendirilmesi konusunda ABD ile farklı görüşlere sahiptir.

Şimdi ikisi başarılı sayılabilecek birisi başarısız olan bu üç örnekten Bosna ile Irak arasında ve Afganistan konusunda bazı kavramsal ve stratejik hatalara bakmakta yarar vardır. ABD’nin ortaya attığı ulus inşaası kavramından kast ettiği “devlet kurmak” ise başarılı olsun olmasın bir dereceye kadar  belki kabul edilebilir. Ancak klasik anlamda çok komplekssüreçleri içeren “etnogenez/ulus oluşumu” ile ilgisi olabileceğini iddia etmek çok kibirli ve bilim dışı bir iddiadır. Gerçekten de etnogenez sürecinde göç hareketleri, iklim değişiklikleri, coğrafi ve kültürel etkileşimler vb. birçok etken yer alır. Bu etkenlerden biri veya bir kaçını kontrol etmek insan aklı ve gücü ile tam olarak mümkün değildir. Ziraunutmamak gerekir ki, her müdahale ön görülemeyen etkileşimler ve beklenmeyen neden-sonuç ilişkilerini içerebilir. ABD’nin Irak ve Afganistan konusunda farklı modelleri uyguladığına geçen yazımızda değinmiştik. Kanaatimce, ABD’nin “ulus inşaası” anlayışı bir etnogenezyani ulus yaratacak kadar güçlü bilimsel ve evrimsel süreçleri göz ardı eden orta ve uzun vadeli Amerkan çıkarlarını gözeten basit toplum mühendisliğine dayanan sadece “uydu devlet” yaratma girişiminden ibarettir. Bu anlamda köklü tarihsel geçmişi olan AB ile zaten farklılıklar zaman zaman ciddi anlaşmazlıklara da yol açmaktadır. ABD nin kendince ulus inşa sürecinde uyguladığı politikalarda özellikle yeniden yapılanma/regeneration süreci ve gelişme/devopingaşamalarında kendi kurumları arasındaki uyuşmazlıklar görüş farklılıkları kimi zaman da çıkar çatışmaları hem Irak hem de Afganistan örneklerinde çok ciddi başarısızlıklarının nedeni olmuştur. Bir defa ABD Dışişleri Bakanlığı koordinasyonu ve Pentagon arasındaki otorite çekişmesi ABD’nin en önemli başarısızlık nedenidir. Hatırlanacağı üzere Irak sürecinde Donald Rumsfeld’in başat rolüne benzer bir durum, Afganistan örneğinde söz konusu olmamış, bu ülkede çok uluslu NATO kuvvetleri (ISAF) ve yerel STK’lar üzerinden kuzeydeki etnik yapıya dayalı bir devlet inşa süreci,  güneydeki Peştun aşiretlerinin yerel liderlerinin Hamid Karzai (Peştun kökenli) döneminde ve geçen Taliban baskını sonrası ülkeyi terkeden o zamanki maliye bakanı Eşref Gani döneminde kişisel maddi menfaat sağlama yarışına dönüşmüştür.  Elbette sonuçta kaybeden ülke halkı olmuştur. Yani bir bakıma Taliban denilen yasadışı fundemantalistİslamcı (XVIII.YY’da İngilizlerin fikir babası olduğu Sünni-Hanbeli-Vehhabi tarzı) terör örgütü aslında ta o zamanlardan kuzeydeki Özbek-Tacik-Hazara etnik gruplarından oluşan kuzey ittifakına karşı el altından desteklenmiş gibidir. Bugün gelinen noktada, Vehhabi eksenli radikal İslamcı terör örgütü tarafından ele geçirilmiş sadece Farsi Peştunlardan ibaretmişgibi varlığı tüm dünyaya dayatılan ve adı yanlış konulan, Ortaçağ’ın kadim Türk Kültür merkezlerinin yer aldığı coğrafyada yer alan bir devlet olmaktadır. Daha da tehlikeli ve şüpheli olan ise bu sözde devletin adına “Afganistan İslam Emirliği” denmesidir. Bu pek dikkat çekmeyen husus aslında Türkiye ile ilgili planların bir parçasıdır. İslam Devlet anlayışı,Emirliğin bir Melik tarafından yönetildiği üst otoriteyi  zorunlu kılar.  Bu “Melik”lik otoritesinin kimin olacağı ciddi bir sorunsal olup, sığınmacılara alelacele mülteci statüsü verilme gayretleri, yetkililer tarafından şeffaf olmayan tutarsız açıklamalar akla Türkiye ile ilgili hilafet planlarının gelmemesi mümkün değildir. Zira Şii İran yönetimi bu sayede güya  kontrol altına da alınacak ve bölünme yolunda İran İslam Cumhuriyeti’nin de temelleri sarsılmış olacaktır.

Burada üzerinde hassasiyetle durulması gereken ABD ve Müttefiklerinin ulus inşaasını üzerine kurduklarını zannettikleri aksiyomun mantığının ele alınır tarafı olmadığı bir yana bilimsel gerçeklerden de uzak olmasıdır. Zira Ulus-Devlet kavramının olmazsa olmazı  laik”liktir. Türk-İslam sentezi nasıl bir dayatma ise oluşturulmaya çalışılan Peştun-İslam sentezi de o kadar tehlikeli bir dayatmadır. Bu parçaların birleştirilmesinden yaratılmaya çalışılan İslami Hilafet Devleti de ümmete fikrine dayandırılmaya çalışılmaktadır ki ümmetbir siyasal birim olarak asla kabul edilemez. Burada tehlikeli olan İran İslam Cumhuriyeti’nin bu sayede batı ve doğudan kontrol edilmeye çalışılırken, Rusya-Almanya ve Çin ile kurmakta olduğu siyasal ekonomik ortaklıkların, göçleri daha da tetikleyerek Avrupa ve Balkanlarda hatta Asya içlerinde bugün Putin’in de şiddetle karşı çıktığı doğal etnogenezsürecini tetikleyebileceğidir. Bu konulara yazımızın III. Bölümünde değinmeyi düşünüyorum.

Saygılarımla

Dr.M.C.YAĞMURDUR     

YORUMLAR

s

En az 10 karakter gerekli

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.