34,2452$% 0.28
37,6376€% -0.37
45,0841£% 0
2.921,73%0,22
2.653,23%-0,08
9.109,34%2,37
2122678฿%0.18808
17 Mayıs 2023 Çarşamba
CHP NEDEN YUMUŞADI…
OSMANLI TOPRAKLARINDA DEMİRYOLU REKABETİ VE ÇOK TARTIŞILAN AMERİKAN CHESTER PROJESİ
NEW-YORK’TAN SOÇİ’YE SAVRULURKEN…
O sadece bir sanatçı değildi, bir filozoftu : Neşet Ertaş
ULUSAL PARANIN DEĞERİ
Türk milletinin tarih seyrindeki sıkıntılı dönemlerinden birisi, Osmanlı Devleti’nin son dönemleri olmuştur. Bu dönemde mevcut sıkıntılardan kurtulmak gayesiyle çeşitlifikirler ortaya atılarak kurtulma yolları aranmıştır. Bu dönemde Türk toplumu üzerinde etki sahibi olan Türkçü aydınlar, Osmanlı Devleti’nin bu zor durumdan kurtulması için fikirler ortaya atmıştırlar. Ayrıca akabinde kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin fikri yapısına da katkı sağlamışlardır.
Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu bu zor durumdan kurtulması için Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi akımlar ortaya atılmıştır. Yusuf Akçura’da bu akımlara alternatif olarak Türkçülük akımını savunmuştur. Yusuf Akçura, yazmış olduğu Üç Tarz-ı Siyaset (1904) adlı makalesiyle Türkçülük politikasının uygulanması gerektiği fikrini ortaya atan ilk kişi olmuştur. Türk toplumunun kurtuluş yolunun Türkçülük akımı anlayışıyla gerçekleşeceğini düşünmüştür. Bu çalışmada Yusuf Akçura’nın Türkçülük anlayışı anlatılmaya çalışılmıştır.
1789 yılında Fransız Devrimin gerçekleşmesi akabinde milliyetçilik kavramı oluşmaya ve gelişmeye başlamıştır. Her milletin kendi devletini kurması gerektiği düşüncesi etrafında toplanılmıştır. Bu gelişmeler çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı Devleti’nin milliyetçilik akımından etkileneceğini göstermiştir. Bunun önüne geçmek gayesiyle “Osmanlıcılık” fikri ortaya atılmıştır. İlerleyen dönemlerde bu fikriyat başarısız olmuştur.
Türkçülük ideolojisinin gelişmesinde özellikle Avrupa’da çıkan Türkoloji bilim dalı etkili olmuştur. Ziya Gökalp bu durumu, Türkler kaybolmaya yüz tutmuş bilgilere kendileri de ulaşmaya başlamıştır, diye yorumlamıştır. Paris’te eğitim amaçlı bulunduğu yıllarda aldığı siyasal eğitimler Akçura’nın Türkçülük fikrinin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Kendisi milliyet fikriyatını “Türkçülük-Türkçülüğün Tarihi Gelişimi” adlı eserinde şöyle açıklamıştır: “Her kavim hatta her kabile, diğer kavim ve kabilelere karşı daima kendi hususiyetini duymuş ve çoğunlukla iddia etmiştir. Bu duygu ve iddia, sanırım ki, milliyet fikrinin içgüdü ile meydana gelen ilk başlangıcıdır.” Akçura’nın millet anlayışı ırk ve dilin birliğinden oluştuğu şeklinde olmuştur.
Akçura’nın Türkçülük düşüncesi harbiye yıllarından başlamıştır. Fransa’da ise eğitim gördüğü dönemde milliyetçilik düşüncesiyle tanışması ile fikirleri daha belirgin olmaya başlamıştır. Batı topraklarındaki farklı milliyetçilik anlayışları takip etme fırsatı bulmuş, Türkçülük anlayışını geliştirme fırsatı elde etmiştir. Osmanlıcılık akımını destekleyenlerin karşısında olan Akçura, bu akımın Osman Devleti’nin parçalanmasının önüne geçemeyeceği düşüncesini savunmuştur. Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunun yolunun Türkçülükten geçtiğini öne sürmüştür.
Onun için Türkçülüğün hedefe ulaşabilmesi için en önemli etmenlerden biri de ekonomi olmuştur. Türkçülüğün sadece arzu ile değil, ekonomik olarak güçlü bir zeminle daha rahat gerçekleşebileceği fikrinde olmuştur. Akçura, Türk birliğinin önündeki engellerden birinin de Rusya’nın olacağını düşünmüştür. Çünkü Rusya’nın Kafkaslardaki Türk toplulukları üzerinde bir etkisi vardır. Akçura, bu siyasetinin uygulanabilmesi için Türklerin dini ve ırki olarak bir bütünlük içinde olması gerektiğini düşünmüştür. Türk milletinin amacı ülkesinin geliştirmek olmalıdır, fikri hâkim olmuştur. Rusya’daki Türk topluluklarına bağımsızlık fikrini aşılamak için şu sözleri ifade etmiştir:
“19. Yüzyılda dünya medeniyet tarihine en çok etki eden fikir milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu azim kuvvete hiçbir Geç galip gelemedi. Yüz binlerce muntazam ordular, bu fikir karşısında yenildi. Bugün milliyet fikrini yenebilecek kuvvet; Şiddet, top tüfek değildir; belki milliyet fikrinin ana ve babası olan hürriyet ve eşitlik fikirleri onu yenebilir. Sosyal ve siyasi inkılâpların en kuvvetli sebebi, sosyal sınıflar, hâkim mahkûm milletler arasındaki hakiki kuvvet dengesi olup, zahiri ve önemsiz olayların etkileri çok azdır. Müslümanlar yahut genellikle gayr-i Rus halklar, Ruslarla olan münasebetlerinde ne kadar kuvvet gösterebilirlerse, ancak o kadar hukuka sahip olabilirler. Bu yüzden gayr-i Ruslar ve demokrasi aleyhine kanunun değiştirilmesi, bu iki çeşit sosyal kuvvetlerin zaafındandır; yani Rusya Müslümanlarının kusurları, cezayı gerektiren suçları ve kuvvetsizlikleridir… Müslümanlar evvelden beri alıştıkları boyun eğmek, yalvarma ve yüze gülme siyaseti ile darbelerden korunacaklarını tasavvur ediyorlarsa çok yanılıyorlar.”
Akçura’nın Türkçülük anlayışını iki gruba ayırdığı görülmektedir:
1. Demokratik Anlamda Türkçülük
2. Emperyalist Anlamda Türkçülük
Emperyalist anlamda Türkçülük, kuvvete dayalı bir anlayış olmuştur. Bunun en büyük örneği Rusya’dır. Kendi topraklarında bulunan diğer hakların varlığını dahi kabul etmemiştirler. Slav halkının üstünlüğünü savunmuşlardır.
Yusuf Akçura’nın taraf olduğu Türkçülük anlayışı “Demokratik Türkçülük” olmuştur. Türklerin hepsini bir sancak altında toplama hayali içerisinde olmuştur. Hayatının büyük bir bölümünü buna adamıştır. Yusuf Akçura’nın Türkçülük anlayışı kesinlikle ırki bir çizgide olmamıştır. Daima medeniyetleşme arzusuyla barış taraftarı, insan haklarını koruyan bir Türkçülük anlayışında olmuştur. Ayrıca kendisi “Pantürkizmin Babası” olarak tanınmıştır. Akçura’nın millet anlayışından da bahsetmek gerekirse, ona göre millet, ırk ve dilin birliğinden doğmuştur.
Türkçülük kavramını bütün olarak “Türklük Fikri” olarak açıklamıştır ve bunu geniş anlamda Türk Dünyası sorunlarıyla meşgul olmak olarak nitelendirmiştir. Siyaset arenasındaki Türkçülükte de bu olgu içerisinde olmuştur.
Ziya Gökalp’ın Türkçülük anlayışında Osmanlıcılık ve İslamcılıktan tam olarak kopamadığı görülürken, daha doğrusu Osmanlıcılık ve İslamcılık sentezini içerirken, Yusuf Akçura’nın Türkçülük anlayışında bu durum söz konusu olmamıştır. Akçura’nın Türkçülük anlayışı, batı tarzına ve yeni bir oluşuma dayalı olmuştur.Akçura’da Turancılık anlayışı kullanılmamıştır ve romantik anlamda milliyetçiliği dile getirmemiştir. Bu kavramı, daha çok Ziya Gökalp dillendirmiştir. Akçura, Osmanlı tebaasında yaşayan azınlıkları Türkleştirme politikasını savunmuştur.
Akçura hayatını Türklüğe adamış, Türk milletinin daima güçlü, bağımsız, çağdaş ve diğer devletlerden üstün olması için büyük uğraşlar içerisinde olmuştur. Asıl cephede kazanılmış olan savaşın devamını getirmek olduğunu düşüncesinde olmuştur. Türkçülüğün başarısının, silah ile değil ekonomi ve bilim beraberinde olacağını savunmuştur. Türkçü düşünce yapısını iktisada uyarlayarak “milli iktisat” fikrinin önemli savunucularından biri olmuştur. Türkçülüğün ve bağımsızlığın ayakta durabilmesi için ekonomik bağımsızlığın ve gücün gerekliliğinden bahsetmiştir. Türk toplumunda milli bilincin ve Türkçülük ideolojisinin gelişmesi için milli girişimcilerin varlığına önem atfetmiş, yerli bir burjuvazi sınıfının oluşturulmasını öne atmıştır. Ayrıca onun Türkçülük anlayışı içerisinde Türk toplumunda kadın-erkek, genç-yaşlı toplumun her kesiminin özverili bir biçimde çalışması gerektiğini vurgulamıştır. Türklerin güçlü bir mazisi olduğunu, bu sebeple Türkçülük fikriyatı ile beraber milli ve manevi olarak güçlü günlerine kavuşacağı inancında olmuştur
Uğurcan GÜRZ
KAYNAKÇA
➢ AKÇURA, Yusuf. Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998.
➢ AKÇURA, Yusuf. Hatıralarım, Yayınlayan: Erdoğan Mura, Hece Yayınları, Ankara, 2005.
➢ AKKUŞ, Halil İbrahim. Yusuf Akçura’nın Din ve Toplum Anlayışı, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009.
➢ DENİZ, Filiz. Yusuf Akçura, Hayatı, Eserleri ve Fikirleri, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996.
➢ GÖKALP, Ziya. Türkçülüğün Esasları, Toker Yayınları, Ankara, 1990.
➢ ŞAHİN, Bekir. Yusuf Akçura’nın Fikirleri Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, Yüksek Lisans Tezi, Kastamonu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017.
➢ TEMİR, Ahmet. Yusuf Akçura, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1997.
➢ TOGAY, Muharrem Feyzi. Yusuf Akçura Hayatı ve Eserleri, Hüsrütabiat Basımevi, İstanbul, 1994.
➢ TÜRKMAN, Sayim. Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp, Atatürk Dergisi, Erzurum, 22 Şubat 2020.
İnsanoğlu ilk çağlardan itibaren sembolleri hayatları içerisinde kullanmıştırlar. Topluluklar ve bireyler açısından gizli kalmasının gerektiği düşünülen bilgileri, semboller vasıtasıyla şifreleyerek anlatma yoluna başvurmuşlardır. Özellikle mitler, masallar, efsaneler, arkeolojik kalıntılar, sanat eserleri, sembollerin bizlere ulaşmasına aracılık etmiştirler.
Semboller üzerinde önemli çalışmalar yürütenlerden biri de Dr. Carl Gustav Jung olmuştur. Gustav Jung, sembollerin görünürdeki manalarının dışında, saklı, meçhul manalarının da olduğunu ortaya atmış ve hastaları üzerinde yaptığı çalışmalardan yola çıkarak bazı sembollerin mitolojik motifler olduğunu fark etmiştir.
Tarih seyri boyunca insanoğlu, tüm coğrafyada sembollere güçlü bir şekilde mitolojik, dini ve kültürel manalar yüklemişlerdir. Her sembol, kendi dönemi içerisindeki bir düşünceyi ifade etmesi gayesiyle kullanılmış ve bu nedenle sembolleri değerlendirirken dönemin şartlarını da ele almayı gerektirmiştir. Ancak bu duruma istisna olarak ezoterik öğretilerde kullanılan semboller olmuştur. Ezoterik öğretiler, yıllar boyunca süregelen üstatların sonraki kuşaklara bilgileri anlatması vasıtasıyla, uzun yıllar anlamlarını korumuşlardır. Bu sembollerden bazılarında mana bakımından değişime uğrayanların da olduğu görülmüştür.
Paganizm anlayışında da birçok sembolik anlatım kullanılmıştır. Hatta paganizmdeki semboller, ezoteriköğretilerde kullanılan sembollerin kaynağı durumda yer almıştır. Paganizm’e daha iyi vakıf olmak için sembolik anlatımları iyi bilmek gerekmiş ve pagan düşüncenin dışavurumunda semboller önemli bir rolde yer almışlardır. Paganizmin tanımları içerisinde “Semboller bütünü” tabiri de kullanılmıştır. Paganizm anlayışında öne çıkan bazı semboller şunlar olmuştur;
1-) Dört Element Sembolü
Ateş, hava, toprak ve su, antik çağlardan itibaren evreninin varoluşunun açıklanması aşamasında temel yapı taşları olarak düşünülmüştür. Paganizm anlayışının ve ayinin temelini oluşturan bu sembollerin topluluktan topluluğa değiştiği görülmüştür. Yunus Emre, dört elementten ejder diye bahsetmiş;“ ot, su, yel, toprak ” olarak bu elementleri tanımlamıştır. (Düzenli, 2017)
Antik çağlardan beri ateş, su, toprak ve ateş dört element olarak görülmüş ve bunlara saygı gösterilmiştir. Ruhun bu dört elementin sentezinden oluştuğunu ve birleştiğini, ateş ve alev formunu aldığına inanılmıştır. (Durutürk, 2010, s.74)
Ateş, gücün ve eylemselliği ifade eden bir sembol olmuştur. İnsanoğlu hayatı içerisinde her zaman var olan ateş, gerek güç gerekse korku uyandıran bir element olmuştur. Ateş yapısı gereği hareketli ve göğe doğru yükselmesi sebebiyle eril bir özellik göstermiş ve erillikle ilişkilendirilmiştir. (Altunay, 2019, s.87)
Eski topluluklar ateşin güvenilir ellerde olduğu takdirde ışık olduğunu ve yol gösterici yapıya sahip olduğunu, güvenilir olmayan ellerde ise yakıcı yani tehlikeli olabileceği düşüncesini savunmuşturlar.
Toprak, dört element içerisinde durağan ve durağan enerjinin sembolü olmuştur. Değişim bakımından değişime kapalı ve koşulları korumayı temsil etmiştir. Paganizm panteonları içerisindeki dişil tanrıçalarla ilişkilendirilmiş ve ekin vermesi yönüyle de doğurganlığı çağrıştırmıştır. Toprak doğuran bir yapı olmasının dışında ölümden sonra içine alan özelliğiyle de insanların düşünceleri üzerinde önemli bir intiba bırakmıştır.
İlk insanlardan beri suya ve su kaynaklarına kutsallık atfedilmiş, dereler ve göller gibi yerler kutsanmıştır. Su, duyguların ve bilinçaltının bir sembolü olmuş; ay ile yakından ilişkilendirilmiştir. Hatta suyun insanoğlunun kendinden bile sakladığı gerçekleri ve sezgileri temsil ettiği düşüncesi de insanlar üzerinde gözlemlenmiştir. Suyun temizleyici olması, insanlar tarafından kutsallık atfedilmesinde etkili olmuş ve Hristiyanlar tarafından suyun vaftiz işlemlerinde kullanılmasına kadar etki ettiği görülmüştür. Birçok mitte de su oldukça önemli bir yerde konumlandırılmıştır.
Hititlerin dinsel ritüellerinde su önemli bir yere sahip olmuştur. Hitit halkı, tanrılarına karşı ayine başlamadan önce yıkanmaları zorunlu tutulmuştur. Bunların dışında Midas Kalesi’nin bulunduğu alanda, günümüzde belden aşağısı bulunmayan Kybele heykelinin içi oyulmuş ve cinsel haz noktası ile ilişkilendirilen C noktasına su yönlendirilmiştir. ( Polat, 2013, s.6)
Hava elementi, insanlar tarafından bilgi ve iletişimle bağlantılı olarak özdeşleştirilmiştir. Hava elementi, toprak elementinin aksine sabit değil değişken bir yapıda olması ile zıt bir yapıya sahip olmuştur. İnsan yaşamının devam etmesi için gerekli olan hava, insanlar açısında oldukça önem taşımış ve kutsal görülmüştür. Ayrıca hava, keskin ve kurnaz; aklı da temsil ettiği düşüncesi savunulmuştur. (Altunay, 2019, s.86)
2-) Yaşam Ağacı Sembolü
Birçok kültürde yansımaları görülen Yaşam Ağacı’naölümsüzlük, bereket ve sağlık gibi nitelendirmeler de atfedilmiştir. Yaşam Ağacı olarak adlandıran bu ağaç gövde ve köke bağlı olarak yaşadığı evreni sembolize ettiği savunulmuş, yaşamının merkezi noktasında görülmüştür. Hristiyanlık gibi din ve anlayışlarda bu ağaç, yasak elmanın yetiştiği ve cennet bahçelerinin merkezi noktasında konumlandırılmıştır.
Paganizm anlayışı içerisinde insanın Gökyüzü ile Yeraltı arasında, Orta Dünya’da bulunduğu görüşü hâkim olmuştur. Bu köprüde bulunan insan iki dünyadan da enerji aldığını ve insanın köklerinin topraktan yeraltına, dallarının ise gökyüzüne uzanan bir ağaç olduğu düşüncesine inanılmıştır. Ağaç, çeşitli varlıkları üzerinde misafir etmesi bakımından Orta Dünya’nın bir sembolü durumunda olmuştur. Kışın yapraklarını toprağa dökmemesi yönüyle de doğanın gücü olarak görülmüştür. Bazı pagan dinlerinde tek tanrıça olarak da tapılmıştır. (Altunay, 2019, s.108)
Türk mitolojisinde ağacın en üst dalında kutup yıldızı ve bir meyve kisvesi yer alır, tanrı ile dünyayı birbirine bağladığı inancı hâkim olmuştur. Yurt, aile ve boy gibi kavramlar buradan türeyip gelişmiştir. Paganizmin en büyük özelliği olan birleşme kavramının burada hâkim olduğu görülmüştür. Şamanlara göre insanoğlu yaşarken de ölüyken de huzura ermenin en önemli yolu bu ağaç olmuştur.
Yaşam Ağacı dışında, kutsallık atfedilen başka ağaçlar da var olmuştur. Bu ağaçlara örnek olarak Hristiyanlıktaki Çam Ağacı oldukça önemli bir yer edinmiş ve ölümsüzlüğün sembolü olarak görülüp, kutsal sayılmıştır. Çam Ağacı’nınyapraklarını dökmemesini ölümsüzlük olarak yorumlamıştır. Bu kutsal ağaçları kesen insanların, doğa ruhları tarafından lanetleneceği düşüncesi de yaygın olarak görülmüştür.
3-) Yılan Sembolü
Birçok kültür ve anlayışta yer edinen yılan, bilgelik tanrısının sembolü olmuştur. Mitolojik açıdan, Apollo’nunoğlunun sağlık tanrısı Asklepios olması ve bir değneğe sarılması tasviri oldukça popüler olmuştur. Bu tasvir iyileşmeyi ve yenilenme gücünü simgelenmiştir. Deri değiştirmesi yönüyle de ölümsüzlüğü ve yeniden doğuşun sembolü olarak görülmüştür.
Paganizm inanışında aslında hayvanlara tapılmamış, tanrının tezahürü olması yönüne tapılmıştır. Yılan, toprağa girebilme özelliği bakımından erillikle de ilişkilendirilmiş ve yaşamın sembolü olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca “kuyruğunu ısıran yılan” döngüselliği tasvir etmiştir.
Paganlar tarafından yılan, tanrıların bir sembolü olarak görülmüş, hatta Tanrı gibi saygı gösterilmiştir. Çeşitli kaynaklarda oub, ob, ops, ophis vb. adları adı altında kendini gösteren yılan ibadetinin var olduğu görülmüş ve Druidizminanlayışının başlangıcı ile ilişkilendirilmiştir. ( Susamcı, 2018, s.87)
Kibele gibi inanışlarda yeniden doğumu simgeleyen yılan sembolü, yaygın olarak kullanılmıştır. Paganlar tarafından kabul gören yılan sembolü Hristiyanlıkla beraber büyük nefret ve şeytanla beraber tavsif edilmiştir.
4-) Pentagram Sembolü
Pagan sembolleri içinde en popülerinden biri de pentagram olmuştur. Pentagram; aşağıya doğru bakıldığında yüce amacı, ruhsal âlemi ve eğitimi sembolize ettiği düşüncesine inanmıştırlar.
Pentagramın en önemli özelliği Venüs’ü sembolize etmesi ve dişil tanrıça ile bağlantısı olmasıdır. Paganların bu sembolü daha çok tılsımlarda kullandıkları görülmüştür. Bu yıldızların ters çevrildiğinde şeytan anlamına geldiği fikri de ortaya atılmış, hatta Satanizm ile ilişkilendirilmiştir. Ancak bu görüş paganizm içinde yer edinmemiştir.
Birçok toplum tarafından pentagramın şans getirdiğine inanılmış ve cadılar tarafından da kutsallık görülmüştür. Bu sembol beş elementin sembolünden oluştuğunu bu elementlerin birleşimini ve uyumunu gösterdiği düşüncesini savunmuşturlar. Bu beş element; Ruh, Ateş, Su ve Topraktır. Ateş iradeyi, Hava zekâyı, Su duyguları, Toprakta madde dünyasını sembolize ettiğine inanılmıştır. Ayrıca Hz. Süleyman’ın yıldızı olarak da adlandırıldığı ilerleyen dönemler görülmüştür.
Paganizmin en önemli sembollerinden biri olan pentagram, Wiccadan Kabalaya kadar birçok pagan anlayışa ve dinlerine tesir etmiştir. Özellikle Wiccanlar, tıpkı eski Yunanda olduğu gibi bu sembolü insan vücutları üzerinde kullanmıştırlar ve bu uygulama ilahi bir ortamda tören vasıtasıyla tanrıya daha yakın olmak için yapılmıştır.
5-) Spiral Sembolü
Spiral, yaşam ritminin ve yeniden doğuşun sembolü olarak adlandırılmıştır. Bazı mitoloji ve kültlerde ölümsüzlüğü temsil etmiştir. ( Durutürk, 2010, s.79)
Paganizm anlayışı içerisinde gece-gündüz, mevsimler ve zaman algısı bir döngüsellik taşımıştır. Bayramların veya özel günlerin tekrar gelmesi bunun en önemli kanıtlarından biri olmuş ve kutsal zamana dönüşü ifade etmiştir. Bu özelliğiyle de paganizm anlayışında “kıyamet” inancının yeri olmadığı ortaya çıkmıştır.
6-) Mağara Sembolü
Mağara; tarih seyri içerisinde sadece sığınmak ve korunmak amaçlı kullanılmayıp, yeraltına bir geçiş yolu olarak kabul görülüp kullanılmıştır. Bu sebeple bir geçiş sembolü olarak kullanılan mağaralar, aynı zamanda ritüelalanı olarak da değerlendirilmiştir.
Mağara sembolü birçok gelenekte yer alan ve ana rahimi, yumurta, yer altı gibi kavramlarla ilişkilendirilen bir sembol olmuştur. Mağaralar evrenin sembolü olarak da tavsif edilmesinin yanında, bütün ölüm tanrılarının ve kurtarıcıların doğduğu yer olması bakımından da dikkat çekmiştir. Dağ, eril olarak görülmüş, dağ içindeki mağara ise dişil olarak, saklı ve kapalı olarak nitelendirilmiştir. (Astroset, 2013)
7-) Ayna Sembolü
Tarihi geçmişi eskilere dayanan ayna, ilk çağlardan beri insanoğluna obsidyenden yapılan aynalar olarak eşlik etmiştirler. Bunun yanında aynalarıyla beraber gömülen kadınların var olması, aynanın değerini anlamamıza katkı sağlamıştır. Pagan inancında aynanın gerçeği göstermesinin yanında başka bir dünyaya açılan bir kapı olarak görülmüş ve kutsallık atfedilmiştir.
Bunların yanı sıra ayna birçok hurafeye de konu olmuştur. Anadolu toplumunda gece saatlerinde aynaya bakılmaz eğer bakılırsa kötü rüya göreceği inancı var olmuştur. Ayrıca aynanın kırılmasının uğursuzluğa yol açmasından, hamile bir kadının aynada kendisine baktığı zaman doğacak olan çocuğunun kendisine benzeyeceğine kadar birçok pagan hurafelerinin etkisi yaygın olarak görülmüştür.
Sonuç olarak paganizm anlayışındaki semboller birçok kültür ve pagan dinleri üzerinde etki sahibi olmuştur. Ezoterik öğretilerin birçoğunda bu sembollere rastlamak mümkündür. Özellikle gizli örgütler tarafından haberleşme aracı olarak kullanılmışlardır. Sembolleri, haberleşme aracı olarak kullanılması bakımından şifreli dil olarak nitelendirebiliriz. Ayrıca gizli örgütler, örgüt üyelerinin unvanlarının belirtilmesi yönünden de sembollere başvurmuşlardır. Paganizmdeki semboller, mitlerden kültürlere, kültürlerden dinlere kadar yayılım göstermiş ve günümüze kadar gelmiştir. Pagan sembolleri ile mitolojiler adeta içe içe geçmiş ve mitolojilerin hepsi içlerinde sembolik ifadeler taşımışlardır. Pagan kökenli sembollerin anlaşılması, mitlerin anlaşılması yönünden önemli olmuştur. Pagan sembollerine zaman içerisinde farklı anlamlar atfedilse de genel olarak aynı tema etrafında dönüp dolaşılmıştır. Bu semboller birçok tarikat ve kuruluşun sembolü olmuştur. Haçlı birliğinden Mason tarikatlarına kadar siyasi ve askeri oluşumlar tarafından kullanılmışlardır. Bahsi geçen oluşumların bu sembolleri kullanmalarının yegâne nedeni bu oluşumların pagan anlayışının ilerleyen dönemlerdeki siyasi ve askeri uzantıları olmasıdır.
Politik parti ve örgütler, halkın desteklerini arkalarına alarak devlet sisteminin kontrolüne hâkim unsur olmaya çalışan daimi ve istikrarlı bir örgütlenmeye dayalı siyasal topluluklar olarak tanımlanmıştır. Günümüzde siyasal parti ve komite olarak lanse edilen siyasal örgütler, devlet stratejisi ve milli konular hakkında belirli bir biçimde hareket etmeye karar vererek bir araya gelen insanlarla doğmuştur.
Ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, parti örgütlerinin en küçük birimlerini, “parti organizmasına vücut veren hücreler“ olarak nitelendirmiş, temel unsurları bakımından komite, ocak, milis ve hücre olarak dört gruba ayırmıştır. Komiteler, bir topluluk örgütünü elde edemeyen kadro partilerinde görülür ve partinin millî veya bölgesel seviyedeki yöneticilerini bir araya getirmiştir. Bu tip yöneticiler dışında partiyi örgütleyecek bir üye kitlesi bulunmadığından, komite dışında başka bir teşekkül birimine gerek duyulmamıştır. ( Karsandık, 2005, s.2)
Osmanlı Devleti, XIX. yy’da artık dağılma aşamasına gelmiştir. 1789 tarihinde gerçekleşen Fransız İhtilali’nin etkisiyle milliyetçilik fikriyatı Osmanlı bünyesinde yaşayan azınlıkları, özellikle Hıristiyanları, kendi devletlerini kurma gayesiyle ayaklanmaya teşvik etmiştir. Bu gruplar içerisinde en faal olanlardan biri de Ermeni toplulukları olmuş, bu gayede gizli cemiyetler ve komiteler kurmuşlardır. Bu kurulan komiteler, yasal olmayan yollarla iktidarı yönlendirme veya ele geçirmeyi hedeflemiştir. Bu komiteler dış unsurların da etkisiyle Osmanlı Devleti topraklarında çete ve terör faaliyetlerinde bulunmuştur. Ermeni terörünün temelinde ayrılıkçı-bölücü ve dışa bağlı olma gibi özellikleri ön plana çıkmıştır.
“Ermeni Devrimci Federasyonu” adıyla da bilinen Taşnak Komitesi, Ermeni komiteleri içerisinde en önemlilerinden biri olmuştur. Hınçak Komitesi’nin faaliyetlerini yetersiz bulan bazı Ermen gruplar, çıkardıkları “Bayrak” isimli gazete etrafında toplanarak 1890 yılında Tiflis’te, Taşnak Komitesi’nin kuruluşunu sağlayan zemini sağlamıştır.
Özellikle bu komitenin kuruluşunda Liberal görüşteki İngilizler, kuruluş aşamasında bu komiteye destek sağlamıştır. Ayrıca Rusya’da yaşamlarını sürdüren Marksist ve Sosyal Demokrat yapıdaki Ermenilerde komitenin kuruluş açısında önemli rol oynamıştırlar. Bu komite özellikle Hınçak Komitesi bünyesindeki Marksist anlayışta ki insanların ayrılmasıyla oluşan yeni birliktelikle ortaya çıkmıştır. Hınçaklar Londra merkezli bir komite olup Batıya daha yakınken Taşnaklar ise Rusya’daki ihtilalcilere daha yakın olmuştur.
Taşnak Komitesi kurulmasının akabinde hızlı bir ilerleyiş kaydetmiş bununla beraber İstanbul, Bakü, Karabağ, Nahçivan, Gandzak ve Batum gibi şehirlerde kısa zamanda örgütlenmiştir. Sadece bu yerlerle sınırlı kalmayıp Balkanlar, Kıbrıs, Mısır, Cenevre, Paris ve Marsilya gibi yerlerde de şube açmıştır. (Demirbaş, 2018, s.62-63)
Taşnak Komitesi’nin ilk kuruluşundaki hedefi doğudaki Ermeni grupları birleştirerek Türkiye’de faaliyet gösteren çeteleri desteklemek olmuştur. Bu komitenin kuruluş amacıyla ilgili olarak Trusak gazetesinin 3. sayısında neşredilen yazıda “Memaliki Aliyye’de umumi ihtilal ihdası suretiyle ihtisaslı hürriyeti mülkiye ve medeniye eylemektir ” belirtilmiştir. Buradan anlaşıldığı üzere sözde bağımsız bir Ermenistan Devleti’nin kurulması hedeflenmiştir. ( Savranlı, 2009, s.47)
2.Taşnak Komitesi’nin Terör Faaliyetleri
Taşnakların 1892 yılında açıkladıkları programda Osmanlı Devleti ile yapacakların mücadelenin nedeni ve yöntemi hakkında bilgiler verilmiştir. Çeteler kurmak vasıtasıyla silahlı bir eylem içerisinde olmak ve büyük devletlerin desteklerini kendi taraflarına çekmeyi amaçlamıştır. Her yola başvurarak halkın manevi duygularını ve ihtilalci faaliyetlerini artırmak komitenin hedefleri içerisinde yer almıştır. Ayrıca komite silah ve insan nakliyatı gibi faaliyetlerde de bulunmuştur. (Şimşir, 2007, s.82)
Bu komiteler cinayet, isyan ve terörizm gibi birçok suç unsurunun aracılığıyla Ermenistan Devleti’nin kurulması hedeflenmiştir. Bu doğrultuda komitecilerin başvurduğu yöntemlerin başında silahlı propaganda ve terör gelmiştir. 19. yüzyılının sonlarına doğru faaliyete geçen Ermeni toplulukları, arkalarına kilisenin de desteğini alarak sistematik bir hale bürünerek büyümüştür. Osmanlı Bankası’nın baskını ve Yıldız suikastı gibi projelerle terör faaliyetleri göstermişlerdir. Özellikle 1908 yılına kadar Meşrutiyet hareketinin sağladığı ortam ve istekle birlikte İttihat ve Terakki ile hareket etmiş, Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte tekrar terör eylemlerine başvurmuşlardır. Terör faaliyetleri başladığı günden günümüze kadar uzun süreli olarak varlığını göstermiş, Azerbaycan ve Kafkaslar’da da büyük yaralara yol açmıştır.
2.1. Osmanlı Bankası Baskını
14 Ağustos 1896 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen Osmanlı Bankası baskını, Taşnak Komitesi’nin planı ve Kurban ile Yıldırım adlı ihtilal komitelerinin destekleriyle gerçekleştirilmiştir. Eylem programı şu şekilde olmuştur: İstanbul’un stratejik açıdan önemli yerlerini kiralama sureti ile tutulup, buralara komite üyelerini yerleştirerek pusuya yatmalarının sağlanması hedeflenmiştir. Buralarda pusuya yatan üyeler zamanı gelince Osmanlı tebaası üzerine bombalar yağdırarak önemli bölgeleri hâkimiyeti altına almak istemişlerdir. Program dâhilinde Beyoğlu’nun belirli caddelerinde siperlerin kazılması, önlerine setler çekilerek siper olarak kullanılması planmıştır. Bu aşamaların gerçekleşmesi neticesinde Osmanlı Bankası’nı işgal edip dinamitle havaya uçurulması ile büyük bir başarı kazanacaklarını düşünmüştürler.
Osmanlı Bankası’nın hedef olarak seçilmesinde, bu bankanın sadece adı itibariyle Osmanlı olan, Fransız ve İngiliz sermayeli bir yabancı yapıya sahip olması ve ona yapılacak bir saldırının Avrupalı devletleri ve dünya basınını da etkilemek için önemli bir fırsat olarak görmüştür. Başkentte oluşturacağı kargaşa ve güvenlik sorunu ile büyük devletleri askeri müdahale yapmaya sevk etmek istemiş, şehirde terör faaliyetlerini artırmak arzulanmıştır. ( Umar, 2014, s.94)
Hazırlıkların tamamlamasıyla 14 Ağustos tarihinde 26 Ermeni elinde silah, bombalar ve dinamitlerle Osmanlı Bankası’na doğru harekete geçmiş, bankanın korumalarını öldürerek binanın içine girmişlerdir. Banka memurlarını da rehin alan komite üyelerinin zaman kazanması için dışarıda olan diğer komite üyeleri polis karakoluna saldırmışlardır. Bankanın işgal faaliyeti gün boyunca sürmüştür. Ermeni teröristler kendilerine dokunulmaması şartıyla eylemlerine son vermişlerdir. Eylemin sona ermesiyle eylemciler Marsilya’ya yollanmıştırlar.
Bu baskının neticesinde 120 asker şehit olmuş ve 25 asker de yaralanmıştır. Sivillerden kaç kişi öldüğüne dair net bir rakama ulaşılamamıştır. Osmanlı karşıtı olan yabancı medya lobisi 4.000 kadar Ermeni’nin öldürüldüğünü iddia etmiştir. (Şimşir, 2007, s.84)
Baskın girişimin sona ermiş olmasına rağmen, birçok semtte Ermeniler, Müslümanlara saldırdı, karşılıklı olarak çatışmalar yaşanmıştır. Bu olaylar günlerce devam etmiş, dış basında Ermenilerin katledildiğine dair haberler yapılmıştır. Olayların akabinde özel bir mahkeme kurulmuş ve Ermenilerle birlikte Müslümanlar da yargılanmıştır. ( Savranlı, 2009, s.58)
2.2. II. Sasun İsyanı
Anadolu’nun belirli bölgelerinde çıkarılan olaylardan istenilen alamayan Ermeniler, dağınık kuvvetlerle başarıya ulaşamayacaklarının farkına varmış ve gücü bir merkezde toplamaya karar vermiştir. Bu merkez için en elveriş yerlerin Taluri ve Sasun olarak belirlemiş, bunun akabinde de ikinci isyan faaliyetlerine hazırlanmıştır.
1897 yılı itibariyle bazı komite üyeleri, Sasun ve Muş bölgelerine gelerek yerleşmiş ve isyan için hazırlıklara başlamıştır. Bir yıl sonra yapılan Taşnak kongresinde faaliyet merkezinin Sasun olarak belirlenmesi sonrasında bölgeye birçok silah ve askeri cephane gönderilmiştir. İsyanı yönetmesi için Ahlât’ın Sohart köyünde ikamet eden Serop uygun görülmüştür. Serop’un faaliyet alanı daha çok Bitlis, Ahlât, Sasun ve Muş civarı olmuştur. Kısa bir süre sonra Serop, düşmanları tarafından zehirlenmek suretiyle öldürülmüştür. Serop’tan sonra açığa çıkan liderlik boşluğu Antranik ile doldurulmuştur.
1901 yılında gelindiğinde Osmanlı Devleti Sasun’a idari olarak düzenlemeler uygulamak istemiş ve Senik tepelerinde bir kışla yapmaya teşebbüs etmiştir. Ancak bu girişim başarılı olmamış ve ikinci Sasun isyanı, 1903 yıllarına doğru şiddetlenmeye başlamıştır. Osmanlı ordusu 1903 yılının sonlarına doğru bölgeyi kuşatmıştır. Zamanla isyan Sason’un tüm yerleşim yerlerine, Muş Ovası’ndan Van’a kadar yayılmıştır. İsyan Temmuz ayı ortalarında doğru şiddetlenmiş ve isyancılar ağır kayıplar vermişlerdir. Osmanlı Devleti ve ordusu baskısını artırmasıyla isyancı komiteciler Kafkasya’ya kadar kaçmıştırlar. Neredeyse Ermenilerin her isyan ve terör faaliyetlerinde olduğu gibi Avrupa basını olayı propaganda aracı olarak kullanarak katliamla ilişkilendirmiştir. Ayrıca Ermenilerin diğer bir amacı Doğu ve Batı olmak üzere iki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti’ni zor duruma sokmak olmuştur.
2.3. Yıldız Suikastı
Ermeni Demokrasi Federasyonu 3. Kongresinde Mikayelyan başkanlığında “Güç Gösterisi Organı” oluşturarak İstanbul ve İzmir’de, ses getirecek eylemler hedeflemiştir. Özellikle İstanbul’da gerçekleştirecek bir eylemin her şeyi değiştirebileceğini düşünerek Sultan Abdulhamid’e suikast düzenlenmesine ve bununla beraber İzmir’de de büyük bir silahlı eylem gerçekleştirmesine karar verilmiştir. (Umar, 2014, s.105)
İstanbul’da suikast planı çerçevesinde yapılan keşifle birlikte Sultan Abdulhamid’e yapılacak olan suikast için en önemli zamanın Cuma günü selamlaşıldıktan sonra camiden ayrılıp saraya doğru yola çıktığı sırada olduğu sonucuna varılmıştır. Özellikle törene katılan Avrupalı konuklara ayrılan yerlere konuşlanarak ve üstlerine de yerleştirdikleri bombalarla ortalığı kan gölüne çevirmek istediğinde olmuşturlar. Abdülhamit’in geçişi esnasında, bomba yüklü lüks bir araçla yaklaşarak infilak ettirilmesi amaçlanmıştır. Eylemde kullanılan bombaların Bulgar komitacıların destekleriyle hazırlanması şaşırtan bir durum olmamıştır. Bu eyleme maddi açıdan Rusya ve Bulgaristan gibi ülkelerde destek sağlamıştır.
21 Temmuz 1905 tarihine gelindiğinde Ermeni suikastçılar Yıldız Camii yakınlarına gelmiş ve hareketli saatler başlamıştır. Akabinde namaz edasının sona ermesiyle harekete geçmişler ve korkunç bir patlama meydana gelmiştir. Deyim yerindeyse caminin önün kan gölüne dönmüş ve patlamanın gerçekleştiği yerde 70 santimlik bir delik açılmıştır. Patlamada birçok kişi şehit olmuş ve yaralanmıştır. II. Abdülhamit, camii çıkışında dönemin şeyhülislamı olan Cemalettin Efendi ile sohbete dalması neticesinde ölümden kıl payı kurtulmuştur. (Savranlı, 2009, s.60)
Olayın akabinde Necip Melhame Paşa nezdinde bir komisyon kurularak araştırmalar başlatılmış olup olayın vuku bulduğu yerdeki lastik parçaları sayesinde birçok terörist yakalanmıştır. Bunun yanı sıra İzmir’de benzer tarzdaki eylem girişimlerinin farkına varılarak engellenmiştir.
2.4. I.Van Olayları
Van bölgesi komitenin faaliyetleri açısında oldukça önemli bir stratejik konuma sahip olmuştur. Bunun nedeni ise Rusya, İran ve Kafkasya’dan buraya gelmiş olan komitecilerin çoğunluk durumunda olmasıdır. Bu ülkelerden bu bölgeye çok sayıda silah ve askeri teçhizat getirilmesi önemli bir nokta olmuştur. Ayrıca Ermeni terör unsurları bölgedeki köylere saldırarak katliamlar gerçekleştirmiştir.
1896 yılının Haziran ayında Ermeni teröristler devriye gezen askerlere saldırarak subay ve erleri yaralamıştırlar. Bu gelişmeler neticesinde çatışmalar başlamış sokaklar savaş alanına bürünmüştür. İsyanı durdurmak gayesiyle hükümet tarafından bölgeye ordu birlikleri gönderilmiş, 24 içerisinde olayların sonlandırılması için nota bile verilmiştir. İsyanın ön saflarında yer alan örgüt üyeleri geceyi fırsat bilerek kaçmayı başarmışlardır. Özellikle isyancıların bu girişimlerde bulunmasında Rusya ve İran’dan destek geleceği düşüncesi etkili olmuştur. Aslında burada özellikle Rusya, bu bölgedeki Ermenileri kışkırtmasıyla isyanı tetiklemiştir.
Van’da meydana gelen çatışmalar Haziran ayının sonlarına kadar devam etmiş yaklaşık olarak 418 Müslüman ve 1715 Ermeni ölmüş olup birçokta yaralanma vakası gerçekleşmiştir.
Diğer bir kaynakta ise çatışmalar neticesinde Ermenilerden 219 ölü ile 59 yaralı olduğu, Müslümanlardan ise 340 ölü, 260 yaralı olduğu iddiası savunulmuştur. ( Şimşir, 2007, s.84)
2.5. Adana İsyanı
Tarih seyri içerisinde Rusların sıcak denizlere inme politikaları her dönem siyasetlerini belirleyen etkili bir unsur olmuştur. Özellikle Ruslar 1900’lü yıllarda Ermenileri silahlandırma suretiyle politikalarında bir araç olarak kullanmıştır.
Bu dönemde Ermeni papazlarının da köyleri gezerek propaganda yapmaları ayaklanmaların meydana gelmesini fitilleyen faktörlerden biri olarak görülmüştür. Ermeni papazlar içerisinde Episkos Muşeng bu bakımdan en önemli papazlardan biri olmuştur. Ruslar, Akdeniz’in sahil kısımlarının Türklerden alınıp Ermenilere verileceği yönünde sözde vaatleriyle Ermenilerin cesaret duygularını kabartmıştır.
İlerleyen dönemlerde diğer illerden de gelen Ermeni terör gruplarının da bu bölgeye getirilerek silahlandırılmasıyla 27 Mart 1909 tarihinde Adana İsyanı vuku bulmuştur. Bu isyanın başında Adana ahalisi tarafından sevilip sayılan bir din adamı şehit edilmiştir. Bu gelişmenin akabinde isyan şiddetlenmiş, Ermeni nüfusları çoğunluğa sahip olduğu yerlerde Türkleri katletmeye başlamıştır. Özellikle çocuk, yaşlı ve kadın gibi ayrım yapmadan katliamları gerçekleştirmişler. Osmanlı ordusu Adana’daki Ermeni isyanı güçlük bastırmış, birçok kişi de hayatını kaybetmiştir.
SONUÇ
Sonuç olarak Ermeni Devleti kurmak gayesiyle kurulan komiteler, siyasal mücadelenin yanında daha çok ihtilal arayışı içerisinde de olmuşturlar. Özellikle Taşnak Komitesi bir terörist yapıya bürünmüştür. Bu komitenin Rusya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler tarafından desteklenmesinin dışında İttihat ve Terakki oluşumu tarafında da bir dönem destek görmesi oldukça ilginç bir durum olmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Taşnak Komitesi gibi birçok Ermeni komitelerinin amacı dönemin padişahı olan II. Abdülhamit’i devirmek olmuştur. Günümüzde bile piyon olarak kullanılan Ermeniler, özellikle Ruslar tarafından oldukça fazla araç olarak kullanılmıştır. Özellikle 1970 yılına kadar, Taşnak Ermeni terör örgütünün gayesi “Sovyet Ermenistan Devleti’nin kurtuluşunu ve bağımsızlığını” sağlamak olmuştur. Ne zaman Osmanlı Devletini zayıflatma veya önünü kesme gibi arzular içerisinde olsalar kullanılan piyonlarında başında terör yanlısı Ermeniler gelmiştir. Osmanlı tebaası içerisindeki bazı Ermeniler bu terör faaliyetlerine tasvip etmemiştir. Terör faaliyetleri içerisinde olan Ermeniler gerek Osmanlı Devletine gerekse Kafkasya’daki Türk-Müslüman toplum ve topluluklara zararlar vermiştir. Taşnak Komitesi’nin başrolünü üstlendiği Osmanlı Bankası baskını, Yıldız Suikastı, II. Sasun İsyanı, Adana İsyanı ve I. Van olayları neticesinde birçok Türk katliamlar neticesinde can vermiştir. Ermeni destekçisi Emperyalist devletlerin kuklası durumdaki medya ise Avrupa basınında olayları çarpıtma suretiyle Ermenileri mağdur gösterip Osmanlı Devletini katliamlar yapmak ile suçlamıştır. Günümüzde bu tarz anlayışlar devam etmekte olup, asparagas bilgilerin propaganda amacı olarak kullanılmasına devam edilmiştir.
KAYNAKÇA
19.yüzyılda Rus Devleti, toprakları içerisinde Rus olmayan toplulukları Ruslaştırmak ve Hristiyanlaştırmak için asimilasyon politikası uygulanmıştır. Kısacası Rusya egemenliği altında yaşayan halkların Ruslaştırılması için çalışmalar bu dönemde gerçekleştirilmiştir.
Bu politikaların oluşması ve uygulanması aşamasında Kazan Üniversitesi’nde Türk Lehçeleri ve İlahiyat üzerinde çalışan Nikolayİvanoviç İlminskiy önemli rol oynamıştır. İlminskiy, Müslüman-Türk toplulukların Hristiyanlaşması ve Ruslaştırılması konusunda eğitimi bir araç olarak görmüştür. Ayrıca Rusların, Türklerin yoğun bulunduğu yerlerde azınlık duruma düşmesini önlemek için zorunlu göç politikasına başvurmuşlardır. Özellikle Kırım Tatarlarını, Sibirya ve Orta Asya topraklarına sürgün etmişlerdir. Sürgün, insani şartlar dışında gerçekleşmiş, birçok insan tren vagonlarında havasızlık ve açlık gibi sebeplerin neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Kırım Tatarları, II. Dünya Savaşı’nda Rus tarafında savaşmalarına rağmen sürgün edilmişlerdir. 86.000 soydaşımız sürgüne yollanmış, takribi 17.000 soydaşımız hayatını kaybetmiştir. Maalesef Türk-Müslüman halka yapılan bu zulümler tarih seyri içerisinde acı izler bırakmıştır.Bu politikaların devamı neticesinde,Kazakistan coğrafyasında Rusların nüfus yoğunluğunu artırarak azınlıktan hâkim unsura yükselmiştir. Bu uygulamaları Ruslar azınlık olarak buldukları bölgelerde yürürlüğe girmesi sağlanmıştır.
Türkistan coğrafyasında Türk toplulukları üzerlerinde uygulanan politikalardan biriside böl-yönet anlayışı olmuştur. Bütün Türk toplulukları için farklı diller oluşturarak kendi aralarında birlik olma tehdidini ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Ayrıca yerel milliyetçilik akımlarını ortaya çıkarmak da hedefleri arasında yer almıştır. Türk topluluklarının iletişimlerini ve sorunlarını Rusça ile çözümlemelerini sağlayacak bir sistem oluşturulmaya çalışılmıştır. Asıl gaye Türkistan coğrafyasındaki Türk birliğinin uyanmasını ve oluşmasını engellemek olmuştur. Türk-Müslüman nüfusunun yoğun bulunduğu bölgelerde yeni sınırlar çizilmiş ve siyasi sınırlar düzenlenmiştir. Bu yeni oluşturulan sınırlarla Türk-Müslüman topluluklarının azınlık durumuna düşmesi amaçlanmıştır. Bu politikaların uygulanmasındaki amaç Türk topluluklarının kültür, dil, din ve milliyet bakımından etkileşimlerini engellemek ve farklı yanlarını oluşturarak birleşmelerinin önünü kesmek olmuştur. Resmi evraklarda da tek vücut olan Türk topluluklarını parçalama yöntemi ile verileri işlemişlerdir.
Türk-Müslüman halklarının Ruslaştırılması için uygulanan politikalarından birisi de Kiril harfleriyle oluşturulmuş yeni bir alfabe getirilmesi olmuştur. Bu uygulamada amaç farklı alfabeler oluşturularak Türk topluluklarını kültürel ve milli yönlerden ayrıştırmak amaçlanmıştır. Kazakistan’daki alfabe ile Türkmenistan’daki alfabe arasında farkların bulunması, bu durum için örneklerden biri olmuştur. Misyoner İlminskiy’in Ruslaştırma çalışmalarından, kullanılan eğitim sisteminin ve alfabenin değiştirilmesi politikaları önemli etmen olmuştur. Bu uygulamalar Türk topluluklarının Ruslaştırılması faaliyetlerinde kolaylık sağlamıştır. Sadece alfabe üzerinde değişiklikler yapılmamış, imla kurallarının da Rusça için uygun yapıya dönüştürülmesi sağlanmıştır. Ayrıca Türk dillerinin birbirlerinden etkilenmesi engellenerek Rusça ile kaynaştırılmaları hızlandırılmıştır. Bir milletin kültürünü ve bağımsızlığını koruma bağlamında dil oldukça önemli bir yere sahip olmuştur. 1941 yılında SSCB Halkları Dil ve Yazı Enstitüsü, Türk toplulukları için 50 adet ayrı alfabe oluşturmuştur. Ne hikmetse Türk toplulukları dışındaki topluluklar için bu duruma başvurulma ihtiyacı duyulmamıştır. Bu politikanın etkisiyle oluşturulan yeni dillerin yanında Rus dilinin de devletler tarafından resmi dil olarak kullanıldığı görülmüştür. Bu çalışmalar aşama aşama gerçekleşmiştir. Önce Arap harfleri yerine Latin alfabesi kullanılmış, son olarak da Kiril alfabesi kullanılması sağlanmıştır. Oluşturulan yeni alfabelerle Türk topluluklarının kültürlerini, tarihi geçmişlerini yabancılaştırarak Türk devletlerini birbirlerine düşman etmeyi amaçlamışlardır. Eğitim sistemlerinde Rus dilinin mevcut kılınmasıyla Ruslaştırma politikalarının daha hızlı gerçeklemesi amaçlanmıştır. Türkistan topraklarında dil alanında yapılan bu çalışmalar Türk topluluklarının Osmanlı Devleti ile bütün bağlantılarını koparmasının sağlanması gerekçesiyle yapılmıştır. Yeni eğitim sisteminde Ruslara karşı saygı ve sevgi anlayışını uyandırmak amacıyla tarih ve din derslerinin verildiği görülmüştür. Her boyun kendine has konuşma diline uygun olarak eserler yazılmış ve yazılan eserler eğitim alanında da kullanılmıştır. Alfabe değişikliği ile birlikte daha önceden birbirleri ile iyi anlaşan Türk boyları bu özelliğini kaybetmeye başlamıştır. Türk halkları, adeta ayrı ayrı milletler durumuna bürünmüşlerdir. Ayrıca Ruslar toprakları içerisinde yaşayan Türk topluluklarının tarihsel birlikteliği olmadığını ve toplulukların birbirlerinden farklı olduğu fikirlerini aşılamaya çalışmıştır.
Bu dönemde Rusya devlet yapısında Marksizm anlayışı etkili bir şekilde görülmüştür. Ayrıca bölgede Hristiyanlık dışında Ateizm de asimilasyon politikaları içerisinde yer almıştır. Türk-Müslüman halklarının yaşadıkları bölgelerde dini kurumların kapatılmasından dini eğitimlerin yasaklanmasına kadar uygulamalar izlenmiştir. Toplulukların dini duygularını yok etmek gayesiyle din karşıtı toplantılar tertip edilmiş ve dini bayramlar üzerinde değişikliklere gidilmiştir. Bölgedeki soydaşlarımız üzerinde uygulanan insanlık dışı uygulamalar Türk tarihinde oldukça elzem bir yerde edinmiştir. Türk-Müslüman topluluklarının Hristiyanlaştırılması hatta ateist bir yapıya ulaştırılmaları amaçlanmıştır. Dini kurumlar kapatılmış, camiler yakılıp yıkılmış, kullanılamaz bir hale getirilmiştir. Kalan camilere ise az sayıdaki yaşlıların kullanmasına izin vermişlerdir. Özellikle Türk-İslam sentezinin yansımaları olan Semerkant, Derbent, Buhara, Kokant, Kaşgar, Buhara gibi şehirlerdeki İslami eserlerin bulunduğu kütüphaneler talan edilmiştir. Türk-Müslüman halk yoğun baskılara maruz kalmıştır. Dini baskılar gerek Çarlık Rusya gerekse Sovyet Rusya döneminde devam etmiştir.
Ruslar tarafından uygulanan bu politikalar neticesinde birçok yeni millet ve etnik unsur ortaya çıkması hedeflenmiştir. Dilleri ve alfabeleri değiştirildikten sonra bir sonraki aşama kültürel ve tarihi asimilasyon faaliyetleri olmuştur. Bu politika neticesinde edebiyattan tarihe, yer isimlerinden kişi isimlerine kadar birçok değişiklikler yapılmıştır. Bu yöntemlerle soydaşlarımızın Ruslaştırılması en önemli amaçlardan biri olmuştur. Özellikle Türk halklarının tarihi yazımı konusunda yapılan değişikliklerle milli kimliklerini kaybetmesi hedeflenmiştir. Ayrıca bu yeni tarih yazımından Türk birliğinin gerçekleşmesinin engellenmesine yönelik bilgiler verilmiş, insanların milli bilinçlerinin uyandırılmasının önüne geçilmiştir. Türk milletlerini tek bir anlayışta, yani Rusluk çatısı altında birleştirilmesi amaçlanmıştır.
Görüldüğü üzere Rusların asimilasyon politikaları, dil ve din ayırt etmeksizin birçok alanda uygulanmış ve günümüzdeki Türkistan coğrafyasının içinde bulunduğu durumun oluşmasında etkili olmuştur. Türk soydaşlarımız yıllar boyunca kültürel, dilsel, milli, dini ve benzeri alanlarda baskı altında kalmışlardır.
AÇA, M. (Aralık-2013). Misyoner-Şarkiyatçı Nikolay İvanoviç İlminskiy’in Çarlık Rusyası’nın Hıristiyanlaştırma ve Ruslaştırma Politikalarındaki Yeri. Yeni Türkiye-Türkçe Özel Sayısı , 1464-1477.
GÜZELOĞLU, H. (tarih yok). Bitmeyen Hasret – Ahıska. Belgü .
Kütay ÜSTÜN, M. K. (2019). İlminskiy’nin Eğitim Sistemi Üzerinde Rus Milliyetçiliğinin Kısa Bir Okuması. Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi , 177-187.
Öncevatan. (2006, 04 02). 04 29, 2020 tarihinde https://www.oncevatan.com.tr/ruslarin-turkistanda-uyguladiklari-ruslastirma-politikasi-makale,20136.html adresinden alındı
TOMBAK, F. (2011-C.3-s.2). 20. Yüzyıl Sovyet Rusya’sında Din, İslamiyet ve Nüfus Üzerine. History Studies , 359-370.
YÜCE, M. (2008, 12 26). Guneyturkistan. 04 29, 2020 tarihinde https://guneyturkistan.wordpress.com/2008/12/26/ruslarin-turkistanda-uyguladiklari-ruslastirma-politikasi/ adresinden alındı
Kabala, “qbl” kökünden gelmektedir. Kelime mahiyeti olarak “almak” ve “vahiy almak” gibi anlamları taşımaktadır. İbranice ise “gelenek”, “anlamak” ve “kavramak” manasında kullanılmıştır. Bu gelenek anlayışındaki kişiler Eski Ahit’in ilk beş kitabında gizli öğretilerin var olduğunu ve bu öğretilerin özel bir eğitim sonrasında kavranabileceğini savunmaktadır. Kabalist öğretilerin uygulanmasının mümkün olması için bir kılavuz eşliğinde gerçekleştirilmesi ve tecrübe edilmesi gerektiği savunulmuştur. Kılavuz eşliğinde uygulanmaması durumda tehlikelerle karşılaşılabileceğini ve korunulamayacağını belirtilmiştir. Kabala’nın yazıya lanse edilmiş üç ana metni mevcut olup bu metinler anlayışın yazılı yönünü belirmektedir. Bunlar, Sefer Yezirah yani Yaradılış Kitabı ve Parlaklık Kitabı’dır. Yaradılış Kitabı, büyü ve kozmik konular hakkında yazılmıştır. Parlaklık kitabı Sefer ha-Bahir ise Yahudi mistisizminde önemli bir etki uyandırmıştır. Eski Ahit’in simgesel yorumu olarak kabul görülen Bahir ile beraber ruh göçü olayını ele alınmıştır.
Kabala, Yahudilerin harf ve sayılar vasıtasıyla metafizik evren öğretilerini içermektedir. Pagan kökenli bir mistik öğreti olan Kabala, evrende varlık olmuş her şeyin Tanrı’nın dışlaşmasının yansımasından meydana geldiği görüşüdür. Bu öğretinin kaynağı olan Paganizm’de evrendeki bütün canlı-cansız varlıkların yaratıcının bir parçası olduğuna ve onun kutsal tezahürünün doğrultusunda var olduğuna inanılır. Kabala anlayışına göre insan, Tanrı’nın dışlaşması sonucu meydana gelen küçük evrendir. Bu kişiler üst âlem ile iletişim içerisinde olabilmektedir. Ölen ruhlar maddeleşip tekrar birleşebilmek için birbirlerini aramaktadır. Bu inanca göre bekleme sürelerini tamamlayan ruhlar, Mesih’in gelişiyle birleşerek Tanrı’yla bir olacaktırlar. Paganizm anlayışında da amaç Tanrıya ulaşmaktadır. Tapındıkları varlıkların içerisindeki Tanrı’nın parçası olan tözü aramaktadırlar. Paganlarda olduğu gibi Kabala anlayışında da Evren’de var olan her formun tanrısallığın bir tezahürü olduğu görüşü vardır.
Kabala geleneğinde bu öğretiyi çalışan kimselerin yaratılış sırlarına kavuşacağı inancı vardır. Bünyesinde metafizik öğretilerinde fazla olduğu Kabala, bu soruların cevaplarını Yahudi mistiklerine öğretir. Kabala bir araç gibi manevi dünyaya ulaşmaya sağlayan yoldur. Bu anlayışta dünyanın manevi kapıları sonuna kadar açılmaktadır. Tıpkı kaynağı olan Paganizm gibi Kabala, teorik olmanın ötesinden pratiğe dayalı bir yöntemdir. Kabalist bir kişi, kendini ve evreni keşfe çıkar, aşama aşama kendine döner ve tecrübesini özümser. Bu özümseme sürecindeki oluşan değişim her kişide farklı seyreder ve farklı deneyimler yansıtır. Kabalist inanç dairesinde, insanın doğumundan ölümüne kadar olan süreçte, yaşayacağı hayatın seyrini, sebepleri gibi sorunları, mistik bir anlamda yorumlarlar. Kabala inancında ruhun bedene girmeden öncede var olduğu ve beden öldükten sonrada var olacağı fikri önemli bir yer tutmaktadır. Bu anlayışın Kabala inancını benimseyenlerden daha önce Kelt Paganları tarafından savunulduğu noktası oldukça önemlidir. Paganizmde olduğu gibi Kabalacıların, eril ilahları olan Yahveh ile onun dişil karşılığı olan Shekinah’ın cinsel birleşim öğretisi vardır. Paganizmde de dişi ve erkek tanrı anlayışı vardır. Bu mitlerin kaynağı olan Paganizm, birçok yaşam tarzı çevresinde gelişen inanç kollarını da etkilemiştir. Ayrıca Paganizm anlayıştan türeyen büyücülük, Kabalist düşüncede önemli bir yer teşkil etmiştir. Bunun yanı sıra bu öğretinin ortaya çıkmasına Eski Mısır Mistisizminin Yahudiliğe olan etkisinin neden olduğu fikriyatı da vardır.
Paganizmde bilgilerin anlatılması için sembollere başvurulmuştur. Bu sembollere doğru vakıf olmak, öğretileri doğru anlamının yolu olmuştur. Bu yüzden Paganizmin tanımlarından biri de “semboller bütünü” olmuştur. Kabalist inanç dairesinde semboller önem arz etmektedir. Meşhur Yahudi araştırmacı Shimon Halevi, “Kabala, Gizli İlmin Geleneği” adlı kitabında Kabala’yı şöyle ifade etmektedir:
“Pratikte Kabala, kötülüklerle ilgilenmenin yolu ve semboller yoluyla psikolojik dünya üzerinde güç kazanmanın tehlikeli bir sanatı ve büyüye dayalı bir formudur.”
Kabalistler, Paganizmdeki yaşam ağacına farklı anlamlar yüklemişlerdir. Bu, büyülü meyvelerin yer aldığı bir ağaç olup tanrısaldır. Tüm ezoterik öğretilerde buna benzer anlatımlar vardır. Bilginin bir iniş kaynağının olması elzem olup tek bir kaynaktan, tek bir noktadan olduğu anlatılmıştır. Ayrıca her kavmin bilgiyi kendilerine göre yorumlaması evrendeki bilgilerin çeşitliliğine sebep olmuştur. Sefirot, 10 emir olarak da bilinen ezoterik bilgilerin karşılığıdır. Bu Pagan öğretiler Yahudi olamayanlar tarafında da yankı bulmuştur. Kabalacılık–Yahudi Mistisizmi tarihi süreç içerisinde diğer milletleri ve inançları da etkilemiştir. Mezopotamya’da Enlil ve Marduk gibi tanrısal inançların, İran’da Zerdüştlük üzerinde etkileri görülmüştür. Pagan panteonlar ile ağaç üzerindeki küreler ilişkilendirildiği zaman kurban edilen tanrıların çoğunlukla Tifaret kısmına denk geldiği görülür ve bu sebepten ötürü Hıristiyan Kabala’da ona Mesih merkezide denilmiştir. Bu arada Tifaret güzellik demek olup, Güneş küresinde yer almıştır. Pagan panteonlarının tanrı ve tanrıçaları On Kutsal Sefirot’un hücrelerine yerleştirildiği görülmektedir. Bu yerleşimlerde astrolojik unsurlar etkili olmuştur. Ayrıca Kabalacılık anlayışında da tek tanrıcılık anlayışı olduğuna dair bir fikriyat vardır. Ağaçta sıralanmış olan tanrıların, tek tanrının elçileri olduğu anlayışı savunulmuştur. Lakin buradaki tek tanrıcılık anlayışı semavi dinlerde olduğu gibi tek tanrıcılık anlayışı değildir. İçerisinde putperestliği, panteizmi, panenteizmi içeren sahte bir “tek tanrıcılık” anlayışı olmuştur.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.